Powered By Blogger

7 Kasım 2010 Pazar

ÇILDIRAN MİLLİYETÇİ!!!


ÇILDIRAN MİLLİYETÇİ!!!

Tarihî gelişimimiz içerisinde Türk’ün farklı farklı kültür çevreleri ile temas hâlinde olduğunu fark ederiz. Bu fark ediş, aslında Türk’ün kendi kültürü ile temas ettiği kültür çevreleri arasındaki, karşılıklı tesirleşmenin şuuruna varabilmek demektir. Millî tarihimize “bütüncül” bir bakış açısıyla bakamadığımız zaman, bu tesirleşmenin mevcudiyetini bile görebilmemiz, böyle bir tesirleşmeyi düşünebilmemiz ve bu husustan bahsedebilmemiz mümkün değildir. Bu sebepledir ki, “Nasıl Türk Vatanı, Türk Devleti, Türk Milleti bir bütün ise, Türk Tarihi de bir bütündür” şeklindeki zihniyete sahip olabilenler ancak bu tip bir tesirleşmenin şuuruna varabilirler. Türk, temas ve karşılıklı tesirleşme halinde olduğu kültür çevrelerine göre, yeni terkiblere, hüviyetlere kavuşarak, daimâ dinamik ve hareketli halde olabilmiştir. Bu yeni terkib ve hüviyetleri, tarihteki “değişme” ve “gelişme”yi, yâni “değişerek kendimiz kalma” hususlarını dikkate aldığımızda, “ideal insan tip”lerimizde, daha müşahhas olarak görebiliriz. Alp’lik, Eren’lik ve Muasır’lık, yâni “Türk-Müslüman-Muasır” şeklindeki “ideal insan tip”imizdeki yeni terkib ve hüviyetler âşikardır. Ziya Gökalp’in seneler önce “Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak” düsturunu ileri sürdüğü düşünülürse, yapmış olduğumuz yeni terkib ve hüviyet tespitlerinin o kadar da “yeni” olmadığını ifâde edebiliriz. Ne yazık ki, Türk Milleti’nin amansız düşmanları, “Türk-Müslüman-Muasır” terkibinin bütünleşmesine ve neticede Türk-İslâm Medeniyeti’nin yeniden diriliş hamlesine mâni olabilmek için, sistemli ve plânlı bir şekilde, “Türk’ün” “Müslümanlık”la; “Müslümanlığın” “Muasırlık”la tezat teşkil ettiklerinin propagandasını yapmakta ve başarı da sağlayabilmektedirler. Sanki bir insan hem “Türk”, hem “Müslüman” ve hem de “Muasır” olamaz, bu üç hususiyet, bir tek şahsiyette bütünleşemezmiş gibi, Türk-İslâm düşmanı şer kuvvetlerin propagandalarının tesirinde kalanlar, “sadece Türk’üm” veya “sadece Müslüman’ım” veya “sadece Muasır’ım” zihniyetine sahip olarak; orijinal ve ideal bir şahsiyet yerine, düşmanın istediği şahsiyete kavuşabilmektedirler. Hâl böyle olunca, bu tip insanlar bir “kimlik buhranı” içerisinde kıvranıp durmaktadırlar. Hele hele, içtimâi değişmenin kuvvetli olduğu cemiyetlerde, bu buhran daha da müessir bir şekilde yaygınlaşabilmekte ve ortaya “şahsiyetsiz şahsiyetler” çıkmaktadır.

Türk Milleti’ni bir “sürü” olarak gören, milletine her bakımdan yabancılaşmış, tepeden inmeci bir grup “aydın”; içine düştükleri “kimlik buhranı”ndan kurtulabilmek için, kendilerine olduğu kadar Türk Milleti’ne de, her defasında “uygunsuz elbiseler” biçmektedirler. Halbuki, Türk Milleti, beş bin seneden beri “Türk”, bin seneden beri “İslâm” ve yaklaşık son iki yüz seneden beri de “Modernleşme” gayretinde olan bir millettir. Gözlerindeki “at gözlükler”ini fırlatıp atamayan bu tip “aydın”ların “kimlik buhranı”nı, Türk Milleti’ne yaygınlaştırabilmek oldukça zordur.

Fakat yine de, şiddetli bir içtimâi değişme sancısı çeken cemiyetimizde, “kendimize yabancılaşma”dan, yani Türklüğün değerlerine, töresine, an’ânelerine, İslâmî inançlarına “yabancılaşma”dan bahsedebilmek mümkündür. Bu sebepledir ki, ayaklarımız tamamen yere basmış bir vaziyette, “Türk Milleti’ni, hem şimdiki eksikliklerini, zaaflarını, hem de üstün meziyetlerini müşahâde ve tesbit” edebilmemiz elzemdir.

Türk Milleti’ne mensubiyet şuurunu kuvvetli bir şekilde duyan Milliyetçi Türk gençlerinin, hayâl âleminden kurtulabilmesi, hakikâtleri görebilmesi için, yaşadığımız zamandaki “Türk Milleti gerçeği”ni müşahâde ve tesbit edebilmelidirler. Aksi taktirde hiç te hoş olmayan ve sonu “çıldırma”ya kadar varan akibetlerle karşılaşabilmek mukadder olacaktır. Tıpkı Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Turhan Nasıl Çıldırdı?” hikâyesindeki Turhan gibi. Kafasındaki, idealindeki düşüncelerle, realite, yaşanılan hâl arasındaki uçurumun meydana getirdiği kopukluk; Türk-İslam’a kara sevdâlı Turhan’ı, neticede bir minareden atlatacak kadar “çıldırtmıştı.” Sebep? “Turhan bir milliyetçidir, ancak ilmî ve objektif bir bakıştan yoksun, tamamen his ve hayâl âleminde yaşamaktadır. Bundan dolayı realiteye, hattâ kendi yurdunun insanlarına karşı bir başka türlü yabancılaşmıştır. Onun zihniyetindeki Türk sadece “kıymet hükümleri” ile tasvir edilen Türk’tür. Halbuki realitedeki Türk ise yarı-sömürgeleşmiş bir ülkenin ezilen, boynu bükük, pasif insanıdır. Turhan’da ilmî bir dünya görüşü olmadığı, ilmî olarak değil, sadece hissî olarak algılayan bir zihniyet bulunduğu için; zihnindeki “Türk” ile realitedeki “Türk” arasında gördüğü tezat, onu yabancılaşmaya ve intihara kadar getirir. Böylesine ilmî bakıştan ve objektiflikten uzak bir anlayış, milliyetçiliği toplum hayatında bir aksiyon yapamaz. Sadece milliyetçilik değil, bütün ideolojiler için bu böyle... Türkiye’nin az gelişmiş bir ülke olup olmadığı hususu, “şe’niyet hükümleri”yle ilgili bir meseledir ve kendi çerçevesinde yaklaşılıp bu gerçek tespit edilmedikçe, az gelişmişlik çemberini kırmak gibi asırları dolduran devâsa bir meselenin çözüm yollarını nasıl programlaştırabiliriz?” (1)

Sultan Selim Câmii’nin minâresinden aşağı kendini atarak intihar eden Turhan’ın cebinden çıkan kağıtta şunlar yazıyordu: “Ey Yavuz! (Sultan Selim) Milletimin selâmetini yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim karardı. Sendeledim ve düştüm. Allâh günâhımı affetsin.”(2)

Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun 12 Nisan 1922’de yazdığı “Turhan Nasıl Çıldırdı?” hikâyesinde anlatılmak istenilen “Yeni Turhan’lar”la karşılaşabiliriz; hem de bir hikâye olarak değil, “gerçek” olarak. Nitekim günümüzde de, “ilmî ve objektif bir bakıştan yoksun, tamamen his ve hayâl âleminde yaşayan”, kara sevdâlı Milliyetçi Türk gençleri de, aynı sancıyı çekmekte, ıstırâbı duymakta ve aynı sebepten dolayı, tıpkı hikâyedeki gibi, “çıldırma” noktasına doğru gidebilmektedirler. Artık Turhan’lar çıldırmamalı.. Çıldırmamak ve dolayısıyla hikâyedeki Milliyetçi Turhan’ın düştüğü hâle düşmemek için, çâre ne olmalı? Realiteyi, yaşadığımız hakikâtleri, bugünkü “Türk Milleti gerçeği”ni görebilmeli ki, ayaklarımız tamamen yere basmış bir şekilde yaşayabilelim. Dünya sadece “Türk Milleti”nden ibaret değil; diğer milletleri de görebilmeli, mukayeseler yapabilmeliyiz. Nihâyetinde, Türk Milleti’ni “muasır medeniyet seviyesinin üstüne”, “çağlar üzerinden sıçratabilmek”; hayâller âleminde dolaşmadan, daha sağlam ve “ilmî zihniyet”e, “ilimci düşünce”ye uygun bir şekilde, ancak çıkarabiliriz. Kara sevdâlı Milliyetçi Türk gençleri, “ilmî zihniyet metodu”na, “ilimci” bir kafa yapısına sahip olmadıkça, “çıldırma nöbeti tutmak” tan kurtulamayacaklardır.

“Çıldıran Milliyetçi” Türk gençleri; çâremiz belli olduğuna göre çıldırmaya paydos!..

Dipnotlar:

1)Taha AKYOL “Tarih’ten Geleceğe”, Birinci Baskı, 1983 Ank., s.159,160

2)Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU “Çağlayanlar”, Dördüncü Baskı, 1978, İst., s.95

07.11.2010

İsmet GÜLTEKİN

İsmet_gultekin@mynet.com.tr ve metgultekin@hotmail.com

Hiç yorum yok: