Powered By Blogger

21 Şubat 2008 Perşembe

MEĞERSE 'DOÇ.DR: HÜSEYİN ÇELİK', T.T.K.'YA 'LAİKÇİ-SOL BÜROKRAT' GÖREVLENDİRMİŞ!

MEĞERSE ‘DOÇ.DR. HÜSEYİN ÇELİK’,
T.T.K.’YA “LAİKÇİ-SOL BÜROKRAT” GÖREVLENDİRMİŞ!!!

Maalesef toplam tirajı beş milyonu zor geçen “Türkiye Medyası”nın affedersiniz “kancıklığı”, zaman zaman çok sırıtıyor. “Kökten İslam Karşıtı (KİK)Medya” ile “Dinci/İslamcı Medya” dediğimiz “Türkiye Medyası”nın, “Erbakan Hareketi’ne zoraki doğum yaptırıp oluşturduğu” “siyasi yapı”nın “aleyhine olabilecek “vakıa” derekesindeki “hadiseler”, “karartılıyor”, “sulandırılıyor” ve “kamuoyu oluşturabilecek” bir “şekle büründürülmeden “unutturuluyor..”
Böyle bir “Türkiye Medyası Gerçeği”nde, “Hakk’ı ve Hakikati”serdetenlerin yazdıkları ise demin yukarıdaki ifade etmeye çalıştığıma ilave olarak;20 milyonu aşan nufusumuzun kullandığı “internet/sanal alem” de, adeta “gözden kaçırılıyor”, “yok” farzediliyor..
Bence, dünkü ‘Anadolu’da VAKİT”in “köşe yazarı” Serdar ARSEVEN’in “İrfan Erdoğan’ın istifası…Bakan’ın “Kar-Zarar” hesabı!..”(20.02.2008) başlıklı yazısı, “internet siteleri”nde adeta “es” geçildi gibime geldi.ARSEVEN’in dünkü yazısını okuyup bitirdiğimde, “Meğerse ‘Doç.Dr. Hüseyin ÇELİK, ‘Talim Terbiye Kurulu(T.T.K.)’na ‘Laikçi-Sol Bürokrat’ Görevlendirmiş”, cümlesi dilimden döküldü.
“Katsayı Adaletsizliğini savunan”, “Kimliğinin bilinmesine rağmen görevlendirildiğini belirten”, “Türkiye Sol’u Cenahından”,T.T.K’nın “görevden alınan” “Laikçi-Sol Bürokrat”üzerine yazının sonunu şöyle bitiriyordu ARSEVEN:”İrfan ERDOĞAN’ı kritik göreve atamak suretiyle şer odaklarının ‘on puanlık zararını dokuz puana indirmeyi’ hedefleyen Sayın Çelik…Bu sayfayı “otuz puanlık zararla” kapadı…Ne diyelim…Geçmiş olsun…”
“Bakanlık tarafından yapılan açıklamada ise”, “57.Hükumet zamanında da benzer durumlar olduğu ve istifa etmediği, görevden alındığı” şeklinde idi..
Böyle “vakıalar”:
1- Zihinlerde hala “Ak Parti Nasıl Bir Parti?” suallerini de oluşturuyor..
2- “Ak Parti’de ne ararsan var galiba” diye düşündürüyor.
3- “Ak Parti’de rakamı farklı ‘iktidar’lar gibi dedirtiyor…
4- “Ak Parti belki önümüzdeki seçimlerde reyini arttırır amma…” da dedirtiyor…
Ve belki de en önemlisi, 2007 sonrası ikinci dönemindeki “Ak Kadrolar daki Budanmışlık” da, ister istemez aklımıza geliyor..Ve bugünlerde 11.yılını idrak etmek üzere olduğumuz “28 Şubat Yumuşak Darbe”si sonrası, “Erbakan Hareketi/Milli Görüş Hareketi’ndeki Kırılmalara” ilaveten, 22 Temmuz 2007 genel seçimleri sonrası, “Ak Kadrolarda da” önemli derecede “kırılmalar/budanmalar” yaşandığını da gösteriyor. Kaldı ki, “Türkiye Meselelerine Sokaklarda çare bulmayan” her ‘Türk Aydını” gibi, “Ak Parti’nin ‘kimlik’ olarak, Erbakan Hareketi’ndeki ‘kimlik iddiaları”ndan vazgeçe vazgeçe oluştuğunu, adını da “liberal” ön ekleri ile sundukları”nı da bilmektedir elbette. “İslami Devlet’ talebinden vazgeçiş..İslami hayat talebinden vazgeçiş…İslam’ın siyasi yorumlamalarından vazgeçiş…Vesaire”
Ancak, bütün bunlara rağmen, “16 milyonluk oy kitlesi”, “Ak Parti Tabanı”, neticede “Ak Parti’ye niye oy verdiğini de unutmuş değildir”, kanaatimdeyim. Böyle olmasına rağmen, “Milli Eğitim” ve “Kültür “ gibi “Büyük Türk Milleti” açısından da ehemmiyeti tartışılmaz “ana damar” konumundaki “makamlar”a,; “pozitivistlik, maddecilik, din-dışılık/anti-İslamlık” ile hatta “darbecilik”le de dopdolu bir “Türkiye Sol’u Cenahından Bürokrat görevlendirmeler”, ne derece “Ak tabana saygı”dır, “tartışılması” gerekir…
Yine kaldı ki, “Ak Yazarlaşan” “Türkiye Yazar-Çizer takımı”nın, sanki “Başörtüsü Tartışmaları” ile “Başörtüsü Yasağı Kalkıyor!” algılamalarına sebep veren yorum ve yazıları ile “Ak Veballere” de “ortak” olduklarının şuurundalar mı acep?
“Ak Sağ…” “Ak Sol…” “Ak Liberal…” “Ak Mason…”
İyi, hoş, güzel de, bütün eksikliklerine ve “tartışılırlığına” rağmen, ne “2. Özal” olabiliyorlar ve ne de “vakarlı bir siyasi irade?...”
Bence “mevcut her türlü Türkiye verileri”, ben diyeyim,“2024’lere doğru giden geleceğin Türkiye tasavvurunu” da, “iyi-hoş-güzel” algılamamı engelliyor, içimi karartıyor, karamsarlığımı depreştiriyor…
Hem,”Türkiye Sol’u, cür’etini Ak Parti’den mi alıyor ne?”
Yanılıyor muyum yoksa?

21.02.2008
İsmet GÜLTEKİN
İsmet_gultekin@mynet.com/metgultekin@hotmail.com

19 Şubat 2008 Salı

ÜLKÜCÜ HAREKET'İN 'KİTLE PARTİSİ' M.H.P., "DÜN"LERİNDEN DERS ALARAK MI DEVAM EDİYOR NE???

ÜLKÜCÜ HAREKET’İN KİTLE PARTİSİ M.H.P.;
‘DÜN’LERİNDEN DERS ALARAK MI DEVAM EDİYOR NE?


Türkiyemizde “Başörtüsü tartışmaları” diye isimlendirebileceğimiz “hararetli” bir “tartışma” sonrası, elbetteki şu an ki en büyük “kazanım”; yeniden “Türkiye Gerçeği”nin “faş “olması ve kimin/kimlerin nerelerde durduğunun hatırlanılması olmuştur.
22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri sonrası, takip ettiği “meşruiyet”çi, “demokrasi bağlılığı” ve “rasyonel” “duruş” ve “tavır/söylemleri” ile, “Ülkücü Hareket’in hem ‘Küçük Partisi’ ‘Büyük Birlik Partisi’ ve hem de ‘Kitle Partisi’ ‘Milliyetçi Hareket Partisi’, ‘Büyük Türk Milleti’ni, ‘adam gibi” temsil edebilme başarısı gösterebilmişlerdir.
Bütün “kahbeliklere”, bütün “kalleşliklere”,bütün “imkansızlıklara” rağmen…Adetâ “16 milyon reyi, millet desteğini AK PARTİ değil de, M.H.P. ve B.B.P. almış gibi…”, “Büyük Türk Milleti”nin “faydası”na olan her konuda, “Tek Başına İkinci Defa İktidar” olan “siyasî irade”yi “desteklemişlerdir.Elbetteki böyle destekler, “Anadolu, bir taşra olmasa da”, “taban”da, beraberinde, fiilî durum olarak, birçok “kafa karışıklığı”nı da beraberinde getirmiş ve “kafa karışıklıkları”na sebebiyet de vermiştir. Kimileri “Tek Başına İktidara Yakınlaşmalar” şeklindeki “değerlendirmelerle, “taban”da, zaten “okuma özürlü” olan “teşkilat mensupları”nda bile, “AK PARTİ’nin yaptığı ve yapacağı icraatların tamamını ‘meşrulaştırma’ veya ‘hoş görme’, ‘sempati duyma’ gibi ‘duygu’ ve ‘düşünceler de yaşatmıştır.
Ancak ‘bugün’kü Ortadoğu Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Orhan Karataş’a ‘Lider’ tarafından yapılan ‘açıklamalar’ ve yine “M.H.P. Grup Toplantısı”nda, çok geniş şekilde yapılan “değerlendirme konuşmaları”, belki de bilhassa “Başörtüsü tartışmaları” ile “kafa karışıklığı” yaşayan “Ülkücü Taban”a da “İlk uyarılar” olarak da “hatırlatmak gerekir…
Bilhassa KARATAŞ’a yapılan açıklamalarda, “çok acılara”, “çok dramatiklere”, “çok çilelere” sebebiyet vermiş olan “12 Eylül 1980” ‘dünü’ nü hatırlatan;”Bizlerden, Milliyetçi Hareket Partili’lerden ‘devlet namına ‘tavır bekleyenler, bir zamanlar ‘Milliyetçi gençlere’ ne gözle baktıklarını hatırlamalılar” mealindeki açıklamalar…”Generallerin bile sokaklara çıkamadığı zamanlarda, ölümü göze alıp sokaklara çıkan Milliyetçi_Ülkücü gençler…”i çağrıştırdı.
Ve “12 Eylül Şartları”nda ve “12 Eylül Sonrası değerlendirmelerde”de çokca “dile getirilen”, “Ülkücü Hareket mensuplarını ‘devletin/askeriyenin sivil bir uzantısı’, ‘devletin yardımcı güçleri” gibi değerlendirmeleri de 2008 Türkiyesi’nde “kabul edilemeyeceği”ni ispatlayan; hem de “askerlerden 1(bir) milyon oy almış olan M.H.P. gerçeğine rağmen;”Lider’in, “Dr. Devlet BAHÇELİ’nin dedikleri:” MHP'liler Türk Silahlı Kuvvetleri'ne her zaman saygılı olmuşlardır. Bundan sonra da böyle olacaktır. Ordu bizim ordumuz. Yıpratılmasını, zarar görmesini asla istemeyiz. Ancak, MHP Türk Silahlı Kuvvetleri'nin milis gücü veya sivil uzantısı değildir.”
Bu tip “açıklamalar”, “Devletimiz sözkonusu ise gerisi teferruattır” diyen bazı “karanlık ilişkilerle” dolu olanlardan değil; “Büyük Türk Milleti sözkonusu ise gerisi teferruattır” diyen, “militarizm”den çok çok uzak, “devletçi refleksleri” değil, “millet milliyetçiliği reflekslekleri”ni, “sivilliği” hatırlatıyor elbette.
Bu “söylemleri”, böyle bir “Türkiye Gerçeği”nde , hem de “en üst perde”den söylenilmiş olması, bence çok çok önemlidir ve de “başarı”dır. “Ülkücü Hareket’in İstiklâliyeti namına…”
Kaldı ki, gerek “Sosyalist düşünce “, gerekse “İslamcı/Siyasal İslam” düşüncesi sahiplerince ve pek tabii “bilumum Türkiye düşmanları”ndan, “bu hassas açıklamala konuları ile ilgili “en kıytırık Ülküdaşlarımız” bile “, ‘hayatları”nda çok şeyler(!)” yaşamışlardır, diye düşünüyorum.
Ülkücü Hareket’in ‘kendisi küçük ,mefkûresi büyük” ‘siyasî teşekkülü” B.B.P.’nin bile, geçenlerde iki gün yayınlanan Zaman’daki ‘ropörtaj’ta, “siyasî irade’ye “çok haklı eleştiriler’ de vardı…
Bu sebeple , belki de “Bektaşilere bir iftira olan, ‘meselenin işine gelen tarafını alıp, işine gelmeyen tarafını ‘yok’ farzeden ve “Hastalıklı Zihniyetleri”ni sergileyen “Sebilürreşad Geleneği”nden gelen, “İslamcı Masonlar Geleneği”nden gelenler, “öz-eleştiri yapabilme”de “sınıfta kalanlar”dan da “Ülkücü Hareket mensuplarını” “anlamalarını” beklemek “abesle iştigal etmek olsa gerek!!
Hele, bilhassa “Başörtüsü Tartışmaları”nda, bir zamanlar “Kökten İslam Karşıtı Medya ile ekseriyetle İslamcı Medya”nın “omuz omuza oluşturduğu”, “Erbakan Hareketi’nin zoraki doğumu” olan “Ak Parti siyasî çizgisi” ile “yakınlaşma” ve “sempatiperestlik” yakıştırmaları da “politik”tir…
“Ülkücü Hareket, ‘küçük partisi’ B.B.P ve ‘Büyük Partisi’ M.H.P.ile , ‘orijinal’olan ve maalesef de en fazla mağdur edilmiş olan bir ‘siyasî hareket’tir…”
19.02.2008
İsmet GÜLTEKİN
İsmet_gultekin@mynet.com/metgultekin@hotmail.com

18 Şubat 2008 Pazartesi

YENİ BİR "YUMUŞAK DARBE"NİN AYAK SESLERİ Mİ? YOKSA "UÇUKLAŞAN UÇUKLAŞANA" MI?

YENİ BİR” YUMUŞAK DARBE’NİN AYAK SESLERİ Mİ ?

YOKSA

“ UÇUKLAŞAN UÇUKLAŞANA” MI ?


‘ U.S.A Arşivleri’nin “ Türkiye kısmı’nın açılması ile “Darbeler Tarihi”mize ;”Siyasî ya-
sakların kaldırılacağı gerekçesi ile 1969’da da darbe yapılacağı”malumatı’da eklemlendi. Kim bilir ,”Yakın Tarihimize “ daha ne kadar ‘ malumat ‘ eklemeleri yapacağız?
1923’ten bu yana “Darbeler Tarihi”miz; 27 Mayıs 1960;12 Mart 1971; 12 Eylül 1980 ve bugünlerde, ’29 Şubat 2008’li bir ‘Şubat’ta, 11. yılını idrak edeceğimiz, “medya destekli” olması sebebiyle de “Yumuşak Darbe” olarak da tanımlanan ’28 Şubat Post Modern” darbeleri.
Ve “Darbe Teşebbüsleri…”12 Eylül 1980 öncesi 2(iki) adet ‘darbe girişimi’ ve AK PARTİ iktidarının ‘ilk dönemi’nde(2002-2007) yaşanılan 2004 tarihli 2(iki) ‘darbe girişimi..’
Ve “Kartel Medyası” da denilen”Kökten İslam Karşıtı Medya”daki, “K.İ.K. Medyası”ndaki ‘yalan haber furyaları’ ve ‘millî irade’yi,’hakimiyet-i milliye’yi ve tabii ‘demokrasi’mizi ‘tu kaka’ eden, ‘küçümseyen’ ‘asıl kaos dolu’ cümleler, ifadeler…”411 el kaos için kalktı…” gibi…
Ve “yığınla çeteler çıkardık cihangirane bir devlet’ten” dedirten “Çeteler Tartışmaları”nın da kısmen de olsa “hararetli” bir şekilde yapılmaya çalışıldığı bir “mevcut durum”da, bir takım “Emekli Paşalar”dan oluşan ‘S.T.K.’(!)ların “darbe çığırtkanlıkları…”Adetâ neredeyse sokaklara çıkıp, kalabalıkların önüne geçip, “Ellerini de bir makas gibi gererek”;”Durun kalabalıklar! Çare, çözüm darbedir. Darbe istiyoruz!!!” diyen “Türkiye Sol’u Zihniyeti…”
Ve bazı TV kanallarında ve bazı mevkutelerde “uçuklaşan prof.”lar, “uçuklaşan yazar-çizer takımı…”Adetâ Türkiyemizi “Uçukistan”a çeviren ‘görüntüler…’
Yahu Alla(c.c.) aşkına, bu ne biçim “memleketseverlik”, “Türkiyeperestlik” ve “Ülkeseverlik” ki?
Daha geçenlerde, “darbenin söylentileri”nin bile ‘Türkiye Ekonomisi’ne milyar dolarları aşan ‘zararlara’ sebebiyet verdiği açıklanmadı mı?
Herne kadar hâlâ “darbelere ekonomik açıdan da bakabilmeyi” kavrayamamış olmamıza rağmen…
“Darbe Ekonomisi”nin “Türkiye Ekonomisi”ne, ekonomimize muazzam derecede ‘darbeler’ vurduğu ve “Türkiyemizi her defasında yarım asır geriye götürdüğü” gerçeği ile yapılan bütün darbelerin “Türkiye Sol’una da yaramadığı”, bilakis “Merkez Sağ”a yaradığı “gerçeği”ni, “verileri”ni de göz ardı ederek; böyle “Uçukistan”ı hatırlatırcasına “Darbe çığırtkanlığı”, “Darbe tellallığı” yapmak, kimlerin ekmeğine yağ sürmektedir ki?
Türkiyemizin bütün sosyal dilim mensuplarının”Uçukistan”a değil; “aklı başında”, “ilmî zihniyet/analitik düşünce” ile mes’elelere bakabilen “Anlayışlı Aydınlar”a ve “titrisiz de olsa münevverlere” ihtiyacı var. Kaldı ki, Türkiyemizi gerçek anlamda sevebilmenin belki de “tek şiarı”, “Anti-darbeci olmak”, “darbe karşıtlığı ile” dopdolu olmaktır.
Ve “politik kaygılardan uzak düşünebilmek, konuşabilmek ve yazabilmektir…”
18.02.2008
İsmet GÜLTEKİN
İsmet_gultekin@mynet.com/metgultekin@hotmail.com

17 Şubat 2008 Pazar

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-10-

Hüseyin OKUR
Bir Büyüğümüzü Hakk’a Uğurladık
Allah Erleri’nden biri daha, Seyda Molla Yahya k.s. Hazretleri de dünyadaki vazifesini tamamlayıp Rabbine döndü. Gönüllerde üzüntü ve hüzün var. Üzülüyoruz, çünkü alimin ölümü alemin ölümüdür. Tesellimiz ise, onun 68 yılını geçirdiği bu mihnet yurdundan daha güzel bir yere hicret etmiş olması.
Efendimiz s.a.v. buyuruyor ki: “Alimler yeryüzünün kandilleridir.” “Alimin ölümü alemin ölümü gibidir.” İşte o kandillerden biri olan Seyda Molla Yahya k.s. Hazretleri, 20 Ocak Pazar günü İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu. İzmit’e bağlı Mollafenari köyünde ebediyete uğurlandı. Cenab-ı Hak’tan, bizleri böyle mübarek insanların şefaatlerinden mahrum etmemesi duasıyla merhuma rahmet, yakınlarına, sevenlerine ve ilim alemine baş sağlığı diliyoruz.
Mübarek Neslin Amca SoyundanSeyda Molla Yahya Pakiş, 1940 yılında Batman’ın Kozluk ilçesine bağlı Ulaşlı köyünde dünyaya geldi. Babası Molla Abdurrahman Efendi tarafından nesebi Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas r.a.’a dayanıyor. Merhumun “Abbasî” lakabı da buradan. Bu nezih soy hep alim olmasıyla meşhur. Annesi Reyhane hanım ise Hz. Hüseyin r.a.’ın soyundan gelen seyyide bir hanım. Onun da babası Şeyh Mustafa Efendi. Molla Yahya el-Abbasî k.s. Hazretleri tahsiline daha çocuk yaşlarda büyük alim ve hal ehli olan babası Molla Abdurrahman Efendi’nin yanında başladı. Yedi yaşındayken Kur’an-ı Kerim’i yedi ay gibi bir sürede hatmetti. Fıkıh, Sarf ve Nahiv gibi temel ilimlerini babasının yanında ikmal ettikten sonra, Doğu medreselerinin birçok kıymetli aliminden ders alarak ilmini ilerletti. Nihayetinde, mürşidi ve üstadı Şeyh Seyyid Abdulhakim Hüseynî k.s. Hazretleri’ne hem zahiren hem de manen talebe oldu. Kısa bir zamanda on iki şer’î ilimden icazetini aldı ve Seyyid Abulhâkim Hüseynî Hazretleri’nin dergâhında müderrisliğe başladı. Ayrıca üstadının pek çok yolculuğuna da iştirak etti, yakınında bulundu.1960-62 yıllarında önce Manisa sonra da Edirne’de askerlik vazifesini yapan Molla Yahya Efendi k.s., Seyyid Abdulhakim Hüseynî k.s. Hazretleri’nin 1972 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuşmasıyla, onun oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Seyda Muhammed Raşid k.s. Hazretleri’ne intisap etti.Molla Yahya Efendi k.s., çeşitli yerlerde imam-hatiplik yapmış ve son olarak 1987 yılında Şanlıurfa Merkez Hüseynîye Camii’nden emekli olmuştur.
Zahir ve Bâtın ÂlimiSeyda Molla Yahya k.s., gerçek bir zühd ve takva ehli, ilmiyle âmil bir zat idi. Üstün ilmine rağmen gayet mütevazi idi. Sadece ilim öğrenmenin kişiye yetmeyeceğini, bir mürşide bağlanmak gerektiğine işaret ediyordu. Kendisi de zahir ilimlerinin yanı sıra tasavvuf yolunda büyük mesafeler kat ederek Seyda Muhammed Raşid k.s. Hazretleri’nden 1987 yılında manevî diploma olan halifelik icazetini aldı ve ardından yine onun işaretiyle İstanbul’a yerleşti.Seyda Muhammed Raşid k.s. Hazretleri’nin 1993 yılında ahirete irtihaliyle de, tasavvufî adap gereğince manevi irşad vazifesine başladı. Molla Yahya k.s. Hazretleri, Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in sünnetine uygun yaşamaya büyük titizlik göstermiştir. İnsanların kalplerinin imanla dirilmesi için büyük çabalar göstermiş, bu maksatla İstanbul’da vakıf çalışmalarına mihmandarlık etmişti. Talebe okutmaya ve tasavvuf sohbetlerini ara vermeden sürdürmüş, ömrünün son demlerine kadar insanları Kur’an ve Sünnet’in ışığında doğru yola çağırmıştır.Allah Tealâ’dan, rûz-i mahşerde, Rabbinin rızası yolunda yaşayıp O’na ulaşan bu büyük alimin şefaatiyle şereflenmeyi dileriz.
Bir Sohbeti
“İnsanın fıtratında bazı hastalıklar vardır ki, bunlar kalp hastalıkları dediğimiz kibir, haset, ucub, hırs, dünya muhabbeti gibi manevi hastalıklardır. İnsanların çoğunda bu hastalıklardan vardır. İşte bu hastalıları tedavinin yolu, tasavvuf yoludur. Bu yoldan bahseden ilim de tasavvuf ilmidir. Ancak tasavvuf ilmi sadece okumakla olmaz. Tasavvuf hakkında binlerce kitabı okusan tasavvufun bir hakikatine varamazsın. Tatbikatı olmayan ilim fayda vermez. İşte bunu tatbik etmek, kalp hastalıklarından kurtulmak için, mürşid-i kâmile çok büyük ihtiyaç vardır. Mesela nasıl ki bir meyve ağacının bakımı yapılmazsa, onun aşısı yapılmaz, gübresi, suyu verilmezse, meyvesi güzel olmaz. İnsanın durumu da böyledir. İnsanın da bir mürebbiye, kendini terbiye edip olgunlaştıracak birine ihtiyacı vardır. Mürşid-i kâmiller kalp hastalıklarının doktorlarıdır. Kalp hastalıklarının tedavisine Cenab-ı Mevlâ onları vesile kılmıştır. Tabii ki hakiki hidayet ve irşad Allah’ın kudretindedir. Bunlar ancak vesile olurlar, sebep olurlar.”

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-8-

Alimin Ölümü Alemin Ölümüdür (geri dön)
(Bu makale eklendiği tarih olan 15.02.2008 itibarıyla 13 defa okunmuştur)
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al
1940 - 18 Ocak 2008
İsmi ve Lakabı İsmi Yahya El- Abbasi El- Haşimi. Lakabı zeki manasına gelen el- Fatin'dir. Nesebi
Annesi Seyyide yani Rasulullah Efendimizin neslinden, babası Abdurrahman Efendi ise Abbasi yani Resulullah Efendimizin amcası Hz. Abbas'ın soyundan gelmektedir. Siması
Mütebessimdi. Nûranî idi. Beyaza yakın tenli idi ve mübarek kaşlarının arası açıktı. Heybetli bir duruşu vardı. Ahlâkı
1987 yılında manevi diplomasını Seyyid Muhammet Raşit Hz.’den almıştır. İslam'ın ve ilmi ile amil olan âlimlerin hizmetçisi, Rabbil âleminin nuruna âşık olanların sevgilisi, yakîn makamına vasıl olanların ve bu yolda sülûk edenlerin mürşidi, gariplerin, tevbe edenlerin ve Allah (cc )'ın gazabından korkanların dostu, Allah (cc) Resulü'nün ahlakına ve tahir nefeslerine sahip olan...
Fazıl, kamil ve mükemmel...bir zattır. Şemaili
Efendimizin Ahlakı'dır. Merhum orta boylu, beyaz tenli, dolgun yanaklı, uzunca kır sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, sevimli, heybetli, güzel giyimli ve güzel kokuyu seven bir kimse idi. Güzel bir bastonla dolaşırdı. Keskin bakışlı ve hafızası çok kuvvetli birisi idi. Daha ilk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. İnsanlara karşı güleryüz gösterir, gönül alırdı.
Mürşidine olan muhabbeti
Kendi mürşidi olan Gavs Hz.'ne ve Muhammed Raşit Hz.'ne fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Gavs Hz.'ne olan sevgisini şöyle anlatmıştı; " Bir gün beni yapmadığım bir davranıştan ötürü Gavs Hz.'ne şikâyet etmişler. Mübarek de bana ziyadesi ile kızdı ve evine gitti. Ben kış günü sabaha kadar onun kapı-sından ayrılmadan bekledim. Ben bili-yorum ki ben hak-lıyım ama o benim mürşidim, mutlaka benim nefsimi terbiye için yapmıştır." diye hiç itiraz etmedim." Ev hayatı
Özel hayatında ev halkına karşı çok merhametli davranır, bütün torunları sıraya girer, dedelerinin ellerini öper ve hediyelerini alırlardı. Kendisi Abbasi olduğu halde Ehl-i Beyt ailesine mensup birisi ile evli olan kızının seyyid çocuklarının evde önceliği vardı. İkramlar önce onlara yapılırdı. Eve gelen ihvanın ise çocuklara ikram ve hediyeler alması kesinlikle iki tarafa da yasaklanmıştı. Çocukları çok severdi. Elinden tövbe etmek isteyen çocuğa, gülerek "senin ne günahın var, yok biz senin elinden tövbe edelim, yoksa çok mu yaramazlık yaptın" diyerek, çocuğa "Ya rabbi ben pişmanım keşke annemi babamı üzmeseydim. İnşallah bir daha annemi babamı üzmeyeceğim" diye telkin ettiğinde, bütün cemaat de gülerek neşe-lenmişti. Hatta bir gün torunları onun salıncağa binmesini istemişlerdi de, onların hatırını kırmamıştı. Dergâhına her gelene mutlaka ikramda bulunur, yemek yedirirdi. Özellikle uzaktan gelenlere ayrıca bir ihtimam gösterirdi. Hatta çoğu zaman kendisi de misafirleri ile beraber yerdi. Yemekte ise "dostlarla yenen yemekten sual yoktur, yiyin için, çok çok zikredin" derdi. İslam prensiplerine olan hassasiyeti
Dergâhta kalan talebelerin yiyeceklerinden, Abbasi ve Seyyid olan torunlarına özellikle tembihte bulunur; "Bir zeytin bile buradan yemeyin, ola ki burada zekât vardır. Ehl-i Beyt'e zekât haramdır" diyerek İslam prensiplerine olan hassasiyetini her zamanki gibi gösterirdi.
İbadetlere düşkündü
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. Kerametleri zâhir olduğu halde, devamlı surette 'sâdatlardandır' derdi. Bir gün Kasım Efendi kendisine, "siz ne güzel şeyhsiniz, ilim erbabına yakışıyor" dediğinde, "Efendim ben şeyh değilim, benim şeyhim var, şeyh ben değil, o idi" diyecek kadar da fevkalâde mütevazı idi.
Herkesi ziyarete gider, kendisini her zaman bir ihvan gibi görür ve öyle davranırdı. Bu davranışı ile makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi. Kabir ziyaretine önem verirdi
Kendisi bütün sâdat-ı kiramların kabirlerini ziyaret etme imkânı bulmuştur. Özellikle Mevlâna Halid-i Bağdadî Hz.'ne çok muhabbeti vardı. Hatta bir talebesini Şam'da eğitim için bırakmış ve ona şöyle tembihlemiştir. "Mevlâna Halid-i Bağdadî Hz.'ne devamlı ziyarete gideceksin ve benim selamımı söyleyecek, banada dua edeceksin..." Sohbet ve hizmetleri
HİKEM-İ ATAİYYE dersleri talim mahiyetindedir. Hadis-i şeriflerden bahseder, Peygamber sevgisini ve Sahabe sevgisini işlerdi. O, İstanbul'da samimi gayretleri sayesinde, tasavvufa girmiş olan birçok hurafe ve bidatlerle mücadele etti. Yanına gelenler kendilerini gül bahçelerine gelmiş gibi hissederler ve kendilerinde bir rahatlama olurdu. Bir defasında sorunları olan ve tedavi gören bir genci yanına götürdüğümde, teveccühte sarılarak ağlamıştı. O genç, Yahya el Abbasi Hz.'nin kalpten gelen ihlâs nefesi ile canlandı ve on yıldan beri de o nefesin sıcaklığı ile yaşıyor. Teveccühleri manevi bir ziyafet şeklinde geçerdi ki; "Medet ya Hz. Fâtımâ, biz çok günahkârız, himmetini bekliyoruz" sesleri hiç unutulacak cinsten değildi. Sofiler ruhlarında hala O'nun nefeslerini hissederek cezbelenirler. İnsanları İslam'ın marifetullah ve muhabbetullah yoluna çağırıyor, aşk ve cezbe ile günahlardan kurtulmalarına vesile oluyordu. Bir nevi, yanına gelenlere üşenmeden ve sıkılmadan bir ömür boyu, onlar namına sorunlarını düşünmüş, akli ve manevi olarak hepsine yol göstermiştir. Sorayım size, evinize bir akrabanız gelse, ertesi gün, üçüncü gün bir başkası daha gelse, eminim birçoğumuz; "olur mu canım bu kadar da…" deriz. Ama o Allah insanının misafirleri, gecesi gündüzü ile bir ömür boyu onun kendi özel hayatı oldu. Ne evinden misafiri ne de müridanı eksik oldu... Bu ne zor bir yol, ne çetin bir yol rabbim!
Kapısına gelen bir kimsenin, 'iman meselesi' diyerek, terbiyesi için büyük bir sabırla çalışırdı. Kusurlarına müsamaha eder, daima nasihat ederdi. Dostlarına vefası emsalsiz idi. Onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara hiç bir yardımı esirgemezdi. Dünya için verdiği örnek
Dünyaya bağlılık hususunda devamlı olarak Şeddad bin Ad adında dünyaya hâkim olmuş birisinin vasiyetini anlatırdı. "Benim adım, Şeddad bin Ad. İrem bağları ve imad sahibiydim. Bin sene yaşadım. Bin şehir kurdum. Bin kız ve hizmetçiyle yaşadım. Bin kantar altına sahip oldum. Binlerce askerim vardı. Şarkın ve garbın saltanatına sahip oldum. Ne dünya bana kaldı, ne de ben dünyada bâkî kaldım. Dünya hayatı o kadar kısa geldi ki, bir ağacın gölgesinden geçiyormuş gibi... Benden sonra kimse dünyaya mağrur olmasın." Seyda Hz. nin devamlı üzerinde durduğu konular
Yahya el Abbasi Hz.'ne göre sofi olmanın temel şartı kısaca şöyle özetlenebilir; ana babaya saygı, kul haklarına riayet, namazlara devam ve tasavvufta hatme, zikir, rabıta, âhireti dünya malına tercih etmeyecek bir kalp ve ilahi muhabbetullah. O'na göre tasavvuf, İslâm yaşantısını hayata geçirmek için günahlardan uzak kalarak ihlâsı elde etme sanatıdır. Bu da marifetullah ve irfandır. İnsanın yaptığı her işte kalbine dikkat etmesi, özellikle de nefisle mücadele içersinde olması gerektiğini söylerdi. Yahya el Abbasi Hz.'nin hayatı ve yaşantısı "İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî" (Allahım! Maksadım sensin ve isteğim senin rızandır) sözüne göre idi. Bazı sözleri
"Cenab-ı Mevla'ya şükürler olsun. Allah (cc) bizi insan olarak yarattı, Müslüman olarak yarattı. Ehl-i sünnet olarak yarattı, tasavvuf ehli olarak yarattı. Amelimizle cenneti kazanmamız mümkün değil, AncakAllah’ın rahmeti ile..."
"Borçlanmayın, borçlarınızı ödemek için niyet edin, Allah (cc) ödemeyi nasip eder. Borçlarınız hususunda gevşeklik göstermeyin, kul hakkı ile yaradanın karşısına çıkmayın."
"Ben parası çalınan birisinden çok çalanın haline acıyorum, ne olacak senin halin. Mülk Allah'ın, nereye gitsen her yer onun. Ahiretini az bir dünyalığa değişiyor, ben bundan dolayı hırsızın haline çok üzülüyorum."
"Allah kardeşlerimize mal versin, evlat versin, afiyet versin. Sakın başkasının elindekilere haset etmeyin."
"Günahlardan sakının, çünkü bela geldiği zaman sadece günah işleyenlere değil, herkese geliyor. Buna çok dikkat edelim."
"Ne yapacağız Sofiler? Kalbimize Allah sevgisini dolduracağız."
"Evli olanlar ailesinin hakkını gözetsinler, çocukları ile ilgilensinler. Özellikle dervişler hanımları ile ilgilensinler, hanımlardan bu konuda çok şikâyetler geliyor." Yahya Hz.’nin Sabrı
Bir gün Yahya el Abbasi Hz. ile pikniğe gitmek için yola çıktık. Önce Simav Yeni Cami'de öğle namazını kıldık. Dışarıda onu gören yaşlı bir kişi içeriye girdi. Yahya el Abbasî Hz.'nin yanına oturdu. Fark ettik ki, bu yaşlı kişi sarhoştu. Kendisinde ne sakal ne bıyık vardı. Bu adam bir şekilde kendisinin de Müslüman olduğunu, annesinin ne kadar dindar olduğunu, Kur'an dinlemeyi sevdiğini anlatmaya çalışıyordu. Bu konuşma o sarhoş kişi ayılana kadar devam etti. Ona, "Evet sen öylesin, tabi… tabi…" diyerek tasdik ediyordu. Bir ara Yahya El Abbasî Hz., "acaba onun sarhoş olduğunu anlamadı mı?" diye tereddüt ettik. Çünkü muhatabını çok dikkatli bir biçimde dinliyordu. Bize ise her geçen dakika saatler gibi geliyordu. Artık kendi aramızda söylenmeye başlamıştık bile. Şimdi anlıyorum ki sadece anlatmak değil, dinlemek de hizmetmiş. Şimdilerde ise hizmet ettiğini söyleyen beyler, çocuklarının annesini bile dinlemeye tahammül edemiyorlar. Neler var neler, onunla ilgili anlatılacak…
Hasaneyn (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin) Camii'nde birçok ilginç olayla karşılaşmak artık normal hale gelmişti. Bir gün, yeni intisap etmiş bir kişiye neyi nasıl yapacağını anlatıyordum. Kendisinin yeni geldiğini zannediyordum, çünkü yeni intisap etmişti. Düşündüğümün aksine; "Hayır hayır, ben bir yıldan beri geliyorum buraya. Bizim çocuğumuz olmuyordu. Tedavi olduk fakat fayda vermemişti. Sonra Yahya El Abbasî Hz.'ne geldim, bana bazı dualar verdi ve söylenileni yaptım… 18 yıldan sonra çocuğumuz oldu, yeni doğdu… Ben de buraya geldim, bu güzel yoldan istifade etmek istedim." demişti. Yahya Efendi'ye bir akrabamı getirdim, çok etkilendi ve bana şöyle anlattı; "Seyda Hazretleri'ni görür görmez sanki kalbim alnımda attı, tam alnımın ortasında. Bu hal 3 gün devam etti. Çok şaşırdım. Şimdi hatırlamak bile istemediğim kötü alışkanlıklarımı yıllarca terk edememiştim. Hepsinden vaz geçtim, şimdi namaza başladım."
Bir Arkadaşım rüya görmüştü. Rüyasını Seyda Hz.'ne anlattım. Yahya El Abbasî Hz. bana önce, "Namazdan sonra konuşalım" dedi. Namaz kıldık, sonra beni yanına çağırdı. Rüyanın ikaz nitelikli bir rüya olduğunu ve arkadaşımızın tövbe etmesi gerektiğini, halinin iyi olmadığını, dikkat etmesi gerektiğini söyledi. Yakın çevremizde olup yanımıza gelip giden bir arkadaşın bazı kötü alışkanlıkları vardı. Bırakmak istiyor ama bir türlü bırakamıyordu. Seyda Hz.'ne götürdük, onun yanında tövbe etti. Üç ay gibi bir süre içinde Hacca gitti ve yaşantısında büyük değişiklikler oldu. Fakat bu sefer de karısı dergâha gitmesine mani oluyor, evde huzursuzluk çıkarıyordu. Karısına; "Ya hu! Ben önceden seni aldatırdım bu kadar kızmazdın, şimdi dergâha gidiyorum küplere biniyorsun, bu ne iştir anlamadım" dedi. Karısı "Keşke oraya gitmesen de istediğini yapsaydın" dedi. Bu cevap üzerine durumu Seyda Hz. anlattı. Yahya Hz. ona, "Karına ilişme, sen ona çok çektirdin. Onun sana bu kadar tahammül ettiğine dua et. Ona karışma, ileride iyilikte seni geçecek" dedi. Yaklaşık 8-10 yıl sonra o tanıdığım bana bir telefon açtığında; "Hocam, ben karımdan ümidimi kesmiştim ama Yahya Hz.'nin sözü olduğu gibi çıktı, karım Kur'an öğrendi ve bütün mahalleye de Kur'an okutuyor." dedi. Sabırla bir yuva daha kurtuldu. Şeytan ve yardımcıları sevinemedi. Burada büyük bir hikmet var. Allah'ın en sevmediği helal, boşanmadır. Şüphesiz eşlerimiz bizim için imtihandır. O imtihanı kazanmasını bilmeliyiz. Bilindiği gibi Doğu illerinde kan davası illeti yaygındır. Yahya El Abbasî Hz.'nin bu konuda adaletli ve sözü dinlenir, güvenilir bir eşraftan olması, kendisini bu anlamda da bir cazibe merkezi haline getirmişti. Çocukların yetim kaldığı, kadınların ise evinin di-reklerinin yıkıldığı çok üzücü kan davalarının çoğu, onun müdahalesi ve mahareti ile son bulmuştur diyebilirim. Japonların Müslüman olması
4 Japon kendisini ziyarete gelir. Seyda Hz., onlara İslam'ı anlatır. Bu Japonlar daha önce Müslüman olmayı red-detmişlerdi fakat Yahya Hz.'ni görün-ce İslamı seçtiler. Onun yaşantısı, insanları manen çok etkiliyordu. Sigarayı bırakması
Yahya el Abbasi Hz., gençliğinde sigara içtiğini söylerdi. Birgün bir bakkaldan sigara ister ve yakar. Satıcı onun simasının çok güzel olduğunu, böyle bir insana sigarayı yakıştıramadığını söyleyince; "utandım" der sonra da "Düşünmeye başladım. Benim iradem bu kadar zayıf mı, acaba benim sigara değil de başka bir alışkanlığım olsa, onu da mı bırakamayacaktım." diye düşünür ve o paket, son aldığı paket olur. Onun Mirası Hamid Efendi
Seyda Hz. ile beraber idik. Bana, bundan 5-6 yıl kadar önce Suriye'den Abdulgani Efendi'nin bir sözünü nakletti. Abdulgani Efendi, Şah-ı Hazne'nin en küçük evladıdır. Aynı zamanda Yahya el Abbasi Hz. ile de ahiret kardeşidir. Abdulgani Efendi ona, "Benim dünya kadar mirasım olacağına, senin oğlun Hamit gibi bir evladım olsaydı daha iyi olurdu" dediğini nakletti. Tabi daha o zamanlar Hamid Efendiye henüz icazet verilmemişti. Medine'den gelen selam
Hasaneyn Camii'nde kendisinin sohbetini dinlemeye gitmiştik. Medine'den henüz gelmişti. Resulullah (sav) Efendimizi ziyaret etmişler… Kendisi orada manevî bir hal yaşamış. Efendimizin, "Cemaatine benden selam söyle" demesi ile bütün cemaat kendini tutamayıp ağlamıştı. Nasıl ağlanmaz… Yahya El Abbasî Hz. gibi kılı kırk yaran bir âlimle gelen kutlu mu kutlu bir selam... Böyle bir selamı alanlar çokça şükretmeli ve salâvatı dillerinden eksik etmemeliler. Hastalığı
Onlar da beşerdir, insandır. Âdetullah onlar için de geçerlidir. Kaderi Yahya El Abbasî Hz.'ne de bir ağ örmüştü. Birkaç senedir doktor kontrolünde idi. Yaşı 63'e geldiğinde bütün aileyi yanına toplamış ve onlara bu yaşın Efendimizin dünyasını değiştirdiği yaş olduğunu, ailesinin de kendisinin ölümünü metanet ile karşılaması gerektiğini söyleyince, tüm aile fertlerinin gözyaşları sicim gibi akmaya başlamıştı. Ne deselerdi… birşey de diyemediler. Fakat hanımı dayanamayıp; "Allah gecinden versin, sen daha çok hizmetler edeceksin." deyiverecekti… Aramızdan ayrılışı
O güzelim baharlar gelir geçer, tekrar gelir, ama bir âlim gitti mi, çok ama çok özlenir. Yahya el Abbasi Hz. birçok ahlakî özellik ve manevî feyzi ile hayatımızın her alanında vardı. İçinden çıkamadığımız fıkhî sorular olunca soluğu onun kapısında alırdık. Çünkü zamanımızda, değişen şartlar içinde verdiği cevaplara güve-nebileceğimiz ilim erbabı azalmıştı ve bu konuda onun ismi 'güvenilir ve temiz' bir kaynak anlamına geliyordu.
İnsan onun yokluğunda acı hasretini çekiyor. Zamanı gelince, ne bir an önce ne bir an sonra, Rab-bimizin isteği za-mandır ölüm anı. Sevenlerine Allah'tan sabr-ı cemîl diliyoruz. Onun ölümü bizim de ölümlü olduğumuzu hatırlattı bir kez daha, hem de o kalın idrak perdelerimizi yırta yırta... Hiç gerçekleşmeyecekmiş gibi yaşadığımız şu dünyada, ölüm o kadar yakın ve gerçekleşmesi o kadar basit ki… Şimdiden sizi çok özlüyoruz
Bir gün Yahya El Abbasî Hz.'ne üzgün ve kederli bir şekilde gitmiştim. Kendisine bir çocuk gibi ağlayarak, "Efendim, ben Rahmetli Muhammed Raşit Hz.'ni çok özlüyorum" dediğimde beni teselli edecek sözler beklemiştim. Ama o da bana "Ben de çok özlüyorum. Seyda'mı da özlüyorum, Gavs'ımı da özlüyorum… " demişti. İnanın, ben de bu yazıyı yazarken ağlayarak yazıyorum; "Efendim ben şimdiden sizi çok özlüyorum, kadere razı olmakla birlikte sizinle nice hizmetler düşledim hep hayalimde." (İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn.) demekten kendimi alamıyorum. Metanetli olmalıyız
Resulullah (sav) Efendimizin "Ölmeden önce ölünüz" hadis-i şerifi gereğince yaşamanın ne kadar önemli olduğunu şu an daha da çok hissediyorum. Hayatta yaşama gayemi tekrar sorguluyorum. Öfkelerimin, ihti-raslarımın ve tûl-i emellerimin sarsıldığı gün bugün… Bu halimle Yaradan'ın karşısına nasıl çıkarım? Daha yapmak isteyip de ertelediğim o kadar çok şey var ki... Şu anda şeytanın ve nefsimin analizini yapmak daha kolay oluyor. "Eyvah tuzağa düşmüşüm…" Evet, Âlemlerin Efendisi'nin (sav) karşısına böyle çıkmak istemiyorum. Bir telaş ve panik her yerimi sardı. Aklıma ilk gelen; "Ancak şehit olmak beni kurtarır, ama o da nasip… Peki, başka ne yapabilirim. Peygamberimizin 'Ehlibeytim, Nuh (as) gemisi gibidir.' sözünce amel etmeliyim. Evet, unutulmuş bir dua bu, hemen bu duaya sarılmalıyım. Sonra 2008 yılının bir planını yapmalıyım. Şu kokuşmuş dünyaya baktığımızda her zamankinden kötü olduğu gün gibi açık. Zaman, ahir zaman. Dolayısıyla bütün dualarımı, fiillerimi buna göre tanzim etmeliyim. Anladım ki, her zamankinden daha çok hizmete ve feyze ihtiyacım var." Ruhun şad olsun
Üstadım gönüllerimizin isini-pasını silen sen oldun! Unutulmayacak anılar bıraktın. Ruhun Şad olsun, makamın yüce olsun...


Feyz Araştırma Ekibi
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-8-

Yahya Abbasinin Ardından/Alper Yücel Zorlu (geri dön)
(Bu makale eklendiği tarih olan 15.02.2008 itibarıyla 18 defa okunmuştur)
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al
Tatlı bir bahar günüydü. Boğazın tatlı serinliği bulunduğumuz odanın camından içeri girip adeta İstanbul'un tüm tarihini odanın içine dolduruyordu. Ankara'dan gelen genç, kabiliyetli bir Seyyid, Yahya el Abbasi Hz.'ni ziyarete gelmişti. Ben de kendisine refakat ediyordum. Odanın içinde bir o yana bir bu yana üzerinde bembeyaz cellabisiyle koşuşturan hepimizden yaşça da başça da büyük biri vardı ki, o, aynı zamanda ev sahibi olan hepimizin " Yahya el-Abbasi Hz." dediği zat idi.
Cüssesine ve yaşına rağmen çok büyük bir hareketlilik içinde bir o yana bir bu yana koşuşturuyor, misafirini bizzat kendi elleriyle ağırlıyordu. İslami bir terbiyeyi zirvelerde yaşadığı her halinden belliydi. Özündeki muhabbeti, neşeyi, aşkı, gayreti görmemek mümkün değildi. Belli ki âşıktı. Anlamıştım, peygamberî bir neşeyi günümüze taşıyan bir yıldızla bir arada olduğumuzu… Bunu fark etmemle beraber aniden çok ama çok heyecanlandım. Bizi de kendi manevi atmosferine sürükleyivermişti hemen. Bizler ona hiç hizmet ettirmeme düşüncesi ve mahcubiyeti içindeydik, ama o, bizleri yerimizden kaldırtmayan bir iradeyi tüm beden süratini ve enerjisini kullanarak çoktan bize galebe çalmıştı.
Çaresizdik, getirilen ikramları yemek düştü sadece bizlere. Bir taraftan sorular soruyor ve konuşuyordu bizlere, o anki koşuşturmasını tabiileştiren bir eda içinde. Konuşturarak konuşuyordu, koşuşturarak konuşuyordu; "haydi, haydi, durmayın, yiyin bunları" diyordu. Hepimizi anlıyor, dinliyor, ölçüp, biçip tartıyordu. Tıpkı teveccühlerinde ruhumuzu anlayıp, dinleyip, ölçüp, biçip, tarttığı gibi… Ruhumuza, süt veren anne göğsü gibi, temel gıdaları, hayat iksirimizi, gönül neşemizi veriyordu. Sıkıntılar bitiyor, tam bir inşirah yaşanıyordu. Teveccühlerinde de tam bir mana transferi idi bize yaşattığı... Çok lüks bir işlemdi kıymetini bilene; manevi pahası çok yüksekti, her yerde bulunmazdı, herkese verilmezdi. Suret ve mana iç içe, bedeninizle, ruhunuzla yaşanan bir gerçekti onun teveccühü, ama özellikle ruhumuzun derinliklerinde hissediyorduk… Belli ki doktordu, belli ki işini iyi yapıyordu, belli ki Üstad idi…
Yine bir gün Balkanlardan gelen bir akademisyene -belki de ilk defa görüşüyordu kendisiyle, belki de bir daha hiç görüşmeyecekti- dünyayı ve yaşadıklarımızı değerlendiren ufuk açıcı cümleler sarfedivermişti bir solukta. Hala unutamam o sözleri. İleriye yönelik enfes tespitleri, tarihin derinliklerinden getirip önümüze koyuvermişti. Anlamıştım ki, herkese söyleyecek bir sözü vardı. "Âlim söylediğinden aşağı, evliya söylediğinden yukarıdır." sözünü orada idrak ettiğimi fark ettim daha sonra. Evet, dinleyen kulaklardı, gören gözdü ama o hep ruha hitap ediyordu. Anladım ki maneviyat sofrasından bir şeyler bölüştürüyordu gelene, gidene, ihtiyacı olana…
Gelenler hem büyük bir neş'eyle hem de gözü yaşlı ayrılırdı yanından. Ayrılırken böyle bir zatı tanımanın neşesi, şu ana kadar tanıyamamış olmanın hüznünü bastırırdı adeta mutluluk gözyaşlarıyla. Gelenler hiç kimseyle değil, kendi benliğiyle hesaplaşır giderdi. Bundan daha güzel bir şey var mı? Kimseye karşı yanlış ve kötü bir şey beslemiyorsunuz, sadece kendinizle hesaplaşıyorsunuz, kendinizi muhasebe ediyorsunuz. Yunusca, Mevlanaca bir iklime taşındığınızı hissediyorsunuz... Bir gönül dostunun söylediği gibi, "Gelenler Mesnevi okumaya gelmiyordu, gelenler Mevlana görmek için geliyordu bu ülkeye." Amaç Mevlana görmekse, Mesnevî'yi anlamaksa, işte en güzel onların şahsında anlaşılıyordu bu. Arayan gelsin, ihtiyacını alıp gitsindi. Ruhumuzun aldığı lezzetten anlıyorduk bunu. İşte bizim Mevlanamız da "Molla Yahya Hazretleri" idi.
Evet, böyle insanlar sadece gönle sığardı, biz de kendisini o acı ve kara toprağa değil, gönlümüze gömdük, gönlümüzde yaşatıyoruz, gönlümüzde yaşatacağız…
O vesileyle gönlümüzü ışıtacağız. Çünkü O (ks), sırlandığı yerde zaten nûra garkolmuştu, bizde ise kalabileceği tek yer vardı, o da ışıttığı gönlümüzdü, durulttuğu ruhumuzdu, içimizde yaşattığı hizmet aşkıydı. Aşk anlatılmaz, bu nedenle aslında âşık da anlatılamaz. Buradaki kelamlar da onu anlatmak için gözü yaşlı kısa birkaç terennümden ibarettir. Muhibbânına da onun tüm emanetlerine sahip çıkmalarını, kadrini ve kıymetini iyi bilmelerini, hatırasını yaşatmalarını, onu iyi temsil edebilmelerini tavsiye ediyor, muhabbetlerimi arzediyor, başsağlığı diliyorum.
Sultanımız, efendimiz, Seyyidimiz, biricik Abbasîmiz; hizmetinle, nurunla, aşkınla bin değil, binler yaşa… Ruhun şâd, mekanın Cennet, makamın âlî olsun…
Alper Yücel Zorlu
Arkadaşıma Tavsiye Et

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-7-

Seyyid Muhammed Raşid Hz. nin Veda Sohbeti (geri dön)
(Bu makale eklendiği tarih olan 28.01.2008 itibarıyla 52 defa okunmuştur)
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdulillahi Rabbil alemin. Vessalatü vesselama ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Allah (c.c.) bizlere üç büyük nimet bahsetmiştir. Bu nimetlere çok şükür etmemiz lazımdır. Bu nimetlerden birincisi ve en önemlisi; Allah (c.c.)'in bizi Müslüman olarak yaratmasıdır. Bizim de bu nimete karşılık Allah (c.c.)'a çok ibadet etmemiz lazım. Oruç tutmak, zekat vermek, sadaka vermek, namaz kılmak Allah (c.c.)'in bize bahşettiği en büyük nimetlerdendir.
Bu ibadetlere karşılık Allah (c.c.) Müslümanlara cenneti ve içindeki nimetleri hazırlamış ve ebedi olarak orada kalacaklardır. Ona göre ibadetleri artırmamız lazım gelir. Allah-u Teala (c.c.) bize hidayet yolunu göstermekle büyük bir lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Kafirler bu lütfü ilahi'ye icabet etmediklerinden ötürü onlara ebedi cehennem ateşi ve ızdırabını hazırlamıştır. İnsan bir düşünecek olursa, parmağını tuttuğu bir mum ateşine bile parmağını tutamazken nasıl olurda ebedi ateş olan cehennemlik amelleri işler, günahlardan sakınmaz ve ibadet yapmaz? Bütün bunları düşünerek ibadetlerimizi artırmamız lazım. Allah (c.c.) tüm dünyanın servetini bize vermiş olsaydı ve bu serveti Allah (c.c.) yolunda tasadduk etseydik yine de müslüman olmanın şükrünü eda edemezdik. Allah (c.c.)'m bize bahşettiği ikinci büyük nimet; bizleri en son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmeti olarak yaratmasıdır. Nasıl ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin en efdalı ve en üstünü ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti de ümmetlerin en üstünüdür. Hz. Musa (a.s.) Levh-i Mahfuz'a baktığı zaman, orada Hz. Muhammed (s.a.v.)'in öyle hasletlerini, büyüklüğünü, faziletini görmüş ki, "Ya Rabbii Keşke beni de Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti olarak yaratsaydın, başka bir şey istemezdim" buyurmuştur. Biz böyle bir peygamberin ümmetiyiz. Buna layık olmaya çalışalım. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Benim ümmetimin evliyaları, Beni İsrail peygamberleri gibidir. (Bu,büyüklük bakımından değil, hidayet bakımındandır.) " Eskiden gönderilen peygamberlerin bir kısmı yalnız kendisini irşad etmiş, bir kısmı yalnız kendi ailesini, bir kışımı kendi içinde bulunduğu kabilesini, bir kısım da yalnız bulunduğu köyü irşad edebilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetinin evliyaları, mürşid-i kamilleri ise daha fazla irşadda bulunarak daha çok kişinin hidayete ermelerine vesile olmuşlardır. Allah (c.c.)'ın bize sunduğu üçüncü büyük nimet, Allah (c.c.)'ın Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmetini son ümmet olarak, bizleri de ümmetin en son kısımlarında yaratmasıdır. Diğer ümmetler binlerce yıl toprak altında (kabirde) yattıkları ve günahkar olanların kabir azabı çektikleri halde, bu son ümmet az bir süre toprak altında yatacaktır. Ve (günahkar için de) azapları da çok kısa bir zaman sürecektir.
Cenab-ı Hakk'ın bizlere farz kıldığı namazda huşu ve takvaya da çok dikkat etmeliyiz.Namaz peygamber (s.a.v.)'e miraçta farz kılınmıştır. İlk önce elli rekat olarak farz kılınmıştır. Bu emirle Rabb'in huzurundan dönen Hz. Peygamber (s.a.v.) altıncı kat semada Hz. Musa (a.s.)'m ruhaniyeti ile karşılaşır. Hz. Musa (a.s.), Resulullah Efendimiz'e (s.a.v.) elli vakit namazın çok olduğunu, bunun ahir zaman ümmetine ağır geleceğini, Allah (c.c.)'tan namaz vakitlerini azaltması için niyazda bulunmasını söyler. Resulullah (s.a.v.) da tekrar Allah-u Teala'nın (c.c.) huzuruna varıp, elli vakit namazın ağır gelebileceğini, vakitleri biraz azaltması için Alah-u Teala'nın (c.c.) huzuruna varıp, elli vakit namazın ağır gelebileceğini, vakitleri biraz azaltması için Allah-u Teala'ya (c.c.) niyazda bulunur. Allah-u Teala (c.c.) da namazları on vakit azaltarak kırk vakte indirir. Resullulah Efendimiz (s.a.v.) geri dönerken tekrar Hz. Musa (a.s.) ile karşılaşır. Hz. Musa (a.s.) yine bu kadar vakit namazın çok olacağını söyler ve biraz daha azaltılması için tekrar Allah-u Teala (c.c.)'nın huzuruna gitmesini söyler. Bu gidip gelmeler birkaç kez daha tekrarlanır ve namaz vakitleri sonunda beş vakte indirilir. İşte böylece Hz. Muhammed (s.a.v) ümmetine her gün beş vakit namaz farz kılınır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Musa aleyhisselam'ın bizzat kendisi ile değil ruhaniyeti ile görüşmüştür. Tabii ki Allah (c.c.)'ın dostları ölmez, yalnızca nakil olur yer değiştirir. Onların himmeti, yardımı her zaman vardır. Hz. Musa (a.s.), Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ve O'nun ümmetinin fazilet ve büyüklüğünü, Allah (c.c.) katındaki değerini Levh-i mahfuz'da gördükten sonra şöyle buyurur: "Ya Rabbi! Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti olamadım. Bari ümmetini görenlerden olsaydım" diye arzu ediyor. O sırada İmam-ı Gazali (rh.a)'nin ruhaniyeti oraya geliyor ve Hz. Musa (a.s.) ile görüşüyor. Hz. Musa (a.s.): -Sen kimsin? diye sorunca, İmam-ı Gazali: - Muhammed Oğlu, Muhammed Oğlu, Hamid Oğlu İmam-ı Gazali'yim diye cevap verir. Bu cevap üzerine; Hz. Musa (a.s.) -Künyeni neden bu kadar uzun söyledin, yalnızca İmam-ı Gazali deseydin yetmez miydi? diye sorar. İmam-ı Gazali (rh.a) de cevap olarak; -Allah (c.c.) Hazretleri, ile konuşmaya gittiğin zaman sana "sağ elindeki nedir?" diye sorduğunda, sen onu tanıtırken "O benim asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak silkerim ve onda benim başka hacetlerim de vardır" diye uzun uzun anlattın, kısaca cevap verseydin yeterli olmaz miydi?" şeklinde sorusuna soruyla cevap verir. Hz. Musa (a.s.) da cevap olarak: -Ben Allah-u Teala (c.c.) ile biraz daha fazla konuşabilmek için uzun uzun açıkladım, der. Imam-ı Gazali (rh.a) de cevap olarak: -Sen Allah (c.c.)'in büyük peygamberlerindensin. Kelimetullah'sın. Kitab verilenlerdensin. Onun için seninle daha fazla konuşabilme şerefine nail olmak için uzun açıklamada bulundum, der. İşte Hz. Musa (a.s.) ile bu derece yakın olabilen İmam-ı Gazali (Rh.A.) zamanının en büyük alimi idi. Ama tasavvufu sevmeyen tasavvuf münkiri idi. İmam-ı Gazali (rh. A.)nin kardeşi ise tasavvuf ehli veli bir zat idi. İmam-ı Gazali (rh.a)'ye ilminden dolayı, her müşkülü olan fetva almaya geldiği halde, kardeşi arkasında namaz bile kılmıyordu. İmam-ı Gazali (rh.a) arkasında namaz kılmadığı için kardeşini annesine şikayet etti. Annesi kardeşini camiye cemaate gitmesi için ısrar etti. Gayesi İmam-ı Gazali (rh.a)nin gönlünü almaktı. Gazali'nin kardeşi annesine; -Anne, onun arkasında benim namazım olmaz, dedi. Bunun üzerine annesi fazla ısrar etti: "Bak oğlum, o senin büyüğün, sen cahilsin, ağabeyin alim kişidir, herkes ona geliyor, müşkülünü halledip gidiyor, herkesin namazı kabul oluyor da seninki neden kabul olmasın? Mutlaka gidip arkasında namaz kılacaksın" diye çok ısrar edince İmam-ı Gazali'nin kardeşi camiye gidiyor. O gün İmamı Gazali (rh.a)'ye namazdan önce bir kişi geliyor ve hayız (kadınlık hali) hakkında bir soru soruyor, İmam-ı Gazali (rh.a) de "Namazdan sonra gel, cevabını vereyim" diyor. Namaza başlayınca Imam-ı Gazali sürekli hayız (kadınlık hali) ile ilgili soruyu düşünüyor ve namazın tamamını cevap hazırlamakla geçiriyor, bu arada İmam-ı Gazali'nin kardeşi sürekli tekbir alıyor, sonunda namazı bozuyor ve yeniden kılıyor. İmam-ı Gazali, kardeşinin ikide bir tekbir almasına ve namazı bozup, tekrar kılmasına çok üzülüyor ve annesine şikayette bulunuyor. Annesi, "Oğlum, neden ağabeyinin namazına müdahale ettin, cemaatın içinde mahcup duruma düşürecek hareket yaptın, hani bana söz vermiştin, Namazı kılıp gelecektin? deyince, İmam-ı Gazali'nin kardeşi annesine; -Anne, bir insan göbeğine kadar kana bulanırsa onun arkasında kılman namaz kabul olur mu? diye soruyor ve "bu soruyu abime de sor" diyor. Annesi, İmam-ı Gazali'ye bu soruyu aynen aktarıyor. İmam-ı Gazali (rh.a) namazdaki durumunu hatırlıyor, namazı hayızla uğraşmaktan tam olarak kıldıramadığını ve kardeşinin de keşif sahibi olduğu için haline vakıf olduğunu anlıyor. Gerçekleri görüyor ve daha önce inkar ettiği tasavvuf ve tarikat yoluna giriyor. Gerçekleri gördüğü ve alim de olduğu için çalışarak kısa zamanda Gavs oluyor. Bu nimete layık olmak için çok çalışalım, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e hakiki ümmet olmaya gayret edelim. Padişah ne kadar büyük olursa, hizmetçisi de o kadar büyüktür. Hasan-ı Basri Hazretleri çarşıya çıkıp, bir dükkana uğramış. Bir adamın çarşıda elini kolunu sallaya sallaya, gururlu ve kibirli bir şekilde gezdiğini görür. Hasan-ı Basri (rh.a) "Bu kim ki gururla ellerini kollarını sallaya sallaya yürüyor?" diye sorar. Orada bulunanlar. "-Bu şahıs padişahın hizmetçisidir, onun için böyle yürüyor" derler. Bunun üzerine Hasan-ı Basri (Rh.a.): "-Ben de Sultanlar Sultanı Allah (c.c.)'ın kuluyum. Ben neden bu adamdan daha iyi yürümeyeyim?" der ve çarşının içinde ellerim kollarını sallaya sallaya bir süre gezinir. Bizim de üzerimize düşen, Sultanlar Sultanı'na çok ibadet edip, çok çalışmamızdır. Zaten Allah-u Teala (c.c.) "İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım" buyuruyor. O'na layık olmaya gayret edelim. Bizlere bildirmiş olduğu hayırları yapmaya çalışalım.
Zaten Allah-u Teala (c.c.) da şöyle buyuruyor: "Azaba duçar olmadan önce (tövbe edip) Rabbiniz'e dönün ve O'na teslim olun. Sonra yardım olunmazsınız. Ansızın haberiniz olmadan azap size gelmeden evvel Rabbiniz'den size indirilenin en güzeline (nehyedildiklerinizi bırakıp emrolunduklarınıza) tabi olun." Dünyada yapılan günahların hesabı, azabı ve cezası ahirettedir. Ölmeden önce iyi amelde bulunmaya acele edin. Bir insan yalnızken, tek başına, günah işleme fırsatı olduğu halde Allah (c.c.)'tan korkarak o günahı işlemezse, Allah (c.c.) ona çok büyük ecir ve sevap veriyor. O davranış (günahtan kaçış) mümin için en hayırlı iştir. Bu durum imanın kemale erdiğinin işaretidir. Kalabalıktan çekinerek günah işlemeyen kimseye sevap yoktur, ama yalnızken ve elinden geldiği halde, yapabilecek durumdayken gühahı işlemeyene çok sevap vardır. Bütün insanlar, herkesin birbirinden kaçacağı o günde, hesapları görüldükten sonra bir kısmı cennete bir kısmı cehenneme gitmek üzere ayrılırlar. Herkes gideceği yere gitmeden önce; anne, baba, oğul, kız hepsi birbirlerine sarılıp vedalaşırlar. Bu vedalaşma . beş yüz yıl sürer. Vedalaşma bitince melekler gelir ve "Vedalaşma bitmiştir, artık yeter, ayrılın" diyecekler. Sonra herkes hak ettiği yere gönderilecektir. Cehenneme gidenlere Allah (c.c.): "-Ey ademoğulları! Şeytana itaat etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana itaat edin, doğru yol budur, diye size bildirmedim mi?" diyecektir. Allah (c.c.) yine: "-Bugün onların ağızlarını mühürleyeceğiz. Elleri bize konuşacak ve ayaklan da neler isledilerse ona şahitlik edeceklerdir." diye buyurur. İnsanların omuzlarında iki melek vardır. İşlenen bir günahı tövbe edebilir diye sağdaki melek, soldaki günah yazan meleğe yirmi dört saat yazdırmıyor. Bu süre içerisinde tövbe etmezse bir günah yazılıyor. Sevap meleği ise, her sevap ve iyilik için on ile yedi yüz katı kadar sevap yazıyor. Hiç beklemeden, hemen yazıyor. Bundan büyük nimet var mı?
Allah (c.c.) kulunu bağışlamak, affetmek için adeta ufak bir bahane arıyor. Madem Allah (c.c.) bahane arıyor, biz de gayret edelim. Dünya ile mağrur olmayalım, ona aklanmayalım.
Sofiler ayakta çok beklediler, onun için sohbetime burada son veriyorum.
Allah (c.c.) hepinizden razı olsun.
İnşallah nasip olursa cumaya kadar evimize dönmek niyetindeyiz.
Allah (c.c.) hepimizi affetsin, inşallah.
Site Yönetimi
Arkadaşıma Tavsiye Et

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-6-

Molla Yahya Efendi İle Sağlığında Yaptığımız Röportaj (geri dön)
(Bu makale eklendiği tarih olan 20.01.2008 itibarıyla 83 defa okunmuştur)
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al
Seyyid Muhammed Raşid Hz.'nin halifesi Molla Yahya Hz.ne, Seyda Muhammed Raşid Hz.ni Sorduk. FEYZ: Efendim, Seyda Hz. hakkında genel manada nelerden bahsedebilirsiniz? MOLLA YAHYA (k.s.) : Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil Alemin, vessalatü vesselamü ala hayrihi ve halgihi Seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Rabbişrahli sadri ve yessir li emri vehlül ukdeten min lisani yefgahü gavli. Sübhaneke la ilme lena illa ma allemtena inneke entel alimül hakim, sübhaneke la fetme lena inneke tevvebür rahim.
Aziz Kardeşlerim, Allah razı olsun. Seyda'mız (k.s.) onun hakkında, acizane bilgi vermek, onu tanıtmak haddim değil. Ben kendimi o yüce zatın hakkında bilgi vermekten aciz görüyorum ve kusurlu görüyorum. Zira evvela öyle bir Ehl-i beyt, öyle bir ailedendir ki, Cenab-ı Mevla (c.c.) bizatihi o Ehl-i beyti methetmiş ve Bismillahirrahmanirrahim. ''Allah, siz Ehl-i beytten pisliği necaseti götürmek, izale etmek ve sizi temizlemek istiyor. '' Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de temizlediği bir aileyi ve Cenab-ı Mevla'nın (c.c.) övdüğü ve methettiği bir Ehl-i beyti methetmeyi fuzuli görüyorum. Hz. Resulullah (s.a.v.) Hadis-i Şeriflerinde: Hz. Nuh'un zamanında, nasıl ki Hz. Nuh'un gemisine binen halas olmuştur. Ondan geriye kalan helak olmuş olduğu gibi, bir fitne zamanında benim Ehl-i beytime tabi olan da halas olacak onlardan geriye kalan, muhalefet eden de helak olacak'' buyuruyor ve Seyda'mızın da o aileden olması hasebiyle Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın bu methine, vasfına vakıf, layık olduğu için benim bir diyeceğim kalmamıştır. Ancak 1958'den beri bu aileyle beraber olmam hasebiyle de Seyda Hz. (k.s.) hakkında az bir şey bilsem de onu bildirmekten memnunluk duyar ve kendime bir iftihar bilirim. Seyda'mızı (k.s.), küçüklüğünden beri, Cenab-ı Mevla (c.c.) onu güzel ahlak ve güzel tabiat üzere yaratmıştır. Tabii ki Mevla (c.c.) bir zata bir yüce makam nasip ettiği zaman onu küçüklüğünden muhafaza eder. O'na hayır yollarını kolaylaştırır ve kötülükleri de ondan muhafaza eder. Dolayısıyla Seyda'mız (k.s.) babası ve annesi tarafından ''Seyyid'' olma ve babasının zamanın Gavs'ı, Kutbi ferdi olması hasebiyle de işte böyle terbiye ve adap merkezi olan bir ailenin ocağında yetişmiş ve kendi zatı da küçük yaştan beri Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahip olmuştur. Gerek sima ve gerekse ahlak ve tabiat bakımından Seyda'mız (k.s.) Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahip idi. Nitekim daha Gavs (k.s.) hayattayken, bazı sofi kardeşlerimiz Hz. Resulullah (s.a.v.)'ı rüya aleminde gördüklerinde, Gavs'a aynı bu ibareyi kullanırlardı; ''Kurban Resulullah (s.a.v.) sizin şu büyük oğlunuza çok benziyor'' diye tabir ederlerdi. Ahlakı ise, gerek şefkat, merhamet gerek tevazu, gerek halim olmak gibi bütün konularda Hz. Resulullah (s.a.v.)'ın ahlakına sahipti. Ahlak ve faziletin timsali idi. Yani numunesi idi. Bunları misallerle ifade etmek tabii çok uzun uzadıya bir zaman alır. Ama yine bunlardan azıcık da olsa bazı misallerle anlatmaya çalışacağım. İnsan, Seyda'mızın huzurunda bulunduğu zaman sanki Resulullah (s.a.v.)'ın huzurunda olduğu gibi sükunet, huzur ve huşu var idi. O'nun meclis-i alisinde hiç bir zaman kimsenin aleyhinde, gıyabında bir söz, konuşma mevzubahis değildi. Veyahut da dünya ile ilgili konuşma olmaz idi. Siyasetle alakalı herhangi bir söz söylenilmezdi. Dolayısıyla meclisi de laho, yani boş söz veyahut çirkin söz veyahut da günah sözden mücerred idi. Nitekim Hz. Resulullah (s.a.v.)'in meclisi de böyle idi. Şefkat bakımından ise, Seyda'mız (k.s.) bütün müridleri şefkat altına almış ve bütün müslümanlara genel bir şefkate sahip idi. Şefkatine bir misal; vefatından onbeş gün evvel Afyon'da bir gün konuştuk. Oranın havasıyla ilgili ''Kurban buranın havası nasıl, size (iyi) geliyor mu?'' diye ben sordum, acizane. ''Havası hoştur. Fakat burada çok üzülüyorum gelen sofilere bir şey veremediğimiz için. Onlara bir ikramda bulunmadığımız için, çok üzülüyorum, inşallah önümüzdeki sene bir fırın, bir mutfak yapıp, gelen sofilere mutlaka yemek çıkaracağız'' diye buyurdu. Dolayısıyla gelen misafirlere ikramda bulunamadığı için Seyda'mız (k.s.) çok üzgün idi. Bu da O'nun onlara karşı şefkati idi. Halimliğine gelince, hiç bir zaman Seyda'mız (k.s.) kimseyi azarlamamış ve kimseyi kötülememiş ve kimsenin kalbini kırmamıştır. Ve bunu hiç kimse görmemiştir. Tevazu yönüyle ise, zaten Seyda'mız (k.s.) tevazunun timsali idi. Ve o tevazusundan dolayıdır ki, o kadar insanın gelip gittiği halde, hiç bir gün Seyda'mızda (k.s.) bir değişiklik görülmedi. Hani bakıyoruz, bazı insanlar etrafında beş on kişi toplandığı zaman onların kalbine bir gurur, elbiselerinde bir değişme ve böyle şeyler geliyor kendilerine. Ama Seyda'mız da (k.s.) hiç bir değişme olmadı. Kim gelirse gelsin aynı elbise aynı şey hiç bir tavrı, hiç bir hareketi değişmemiş ve o tevazuyu bırakmamıştır. Ve diyebiliriz ki Seyda'mız (k.s.) kendini Allah (c.c.) yoluna toprak saymış, ki, o kadar onda güller ve çiçekler bitmişti. Ve Seyda'mızın (k.s.) istikameti de yine gayet tamam idi. Ve istikametinden dolayı idi ki, oraya gelen herkes kötü ahlakını bırakıp, şeriata İslama sarılır, iyi ahlaka sahip olurdu. Tabii buna büyük zatların tasarruf ve himmeti denilir. O tasarruf ve himmetinden dolayı binlerce değil milyonlarca kişi içkiyi bırakıp, kumarı bırakıp, kötülüğü bırakıp iyi yola girmişlerdir. Seyda'mız (k.s.) keşif keramet babından da büyük keşif keramet sahibi idi. Fakat en büyük keşif ve kerameti biz istikamet görürüz. (Şeriata müstakim olmak) ve o gelen insanların ahvalini değişmesini görüyoruz. Zira Resulullah (s.a.v.) Seyyid bin Ali'ye (r.a.) hitaben şöyle buyurmuştur: ''La en yehdiyellahu ala yedeyke vahiden bi hayrin leke min humun nun'' ''Cenab-ı Mevla (c.c.) senin vasıtanla birini hidayete erdirse, senin için kırmızı develeri Allah yolunda vermekten daha hayırlıdır''. İşte Seyda'mıza baktığımız zaman bir değil, bin değil, milyon kişi değil, bu kadar hidayet olunan insan, işte hepsi, Seyda'mızın manevi tasarruf ve himmetlerinden dolayıdır. Evet onun, manevi tasarrufundandır ki, onu gören, hatta diyebiliriz ki Menzil toprağına giren herkes kendinde bir değişiklik hissederdi. ''Allah'ın ehli kimselerdir, Allah'ın dostu kimselerdir. O kişiler ki onlar görüldüğü zaman Allah hatırlanır. Yani insan onların huzuruna girdiği zaman Allah'ı hatırlar. Cenab-ı Mevla'yı düşünür''. İşte bu ehlullahın büyüklüğünün alametidir. Çünkü kalpten kalbe akis ediyor. Ve onun kalbinden gelen, kişilerin kalbine akis ettiği için onların kalbine de Allah'ın ismi geliyor. Bütün bunlar Seyda'mızın (k.s.) zahiri ve genel olarak ahvaliydi. Cömertliği bakımından zaten o mükemmeldi. Gelen cemaate de o kadar yemek çıkarmak, o kadar ikramda bulunmak, mübarek zatın cömertliğindendir. Tabii daha önce dediğim gibi yani Seyda'mızı tamamıyla anlatmak ve tamamıyla bildirmek bizim hakkımız değildir. İnşallah Seyda'mız (k.s.) Hakkında tabii ki kitap hazırlıyoruz. Bu kitap çıkınca daha fazla Seyda'mızı (k.s.) tanıtmaya çalışacağız. Evet Allah razı olsun. FEYZ:Seyda Hz.'nin diğer alim ve mürşidlerinden farkı nedir? Anlatır mısınız? MOLLA YAHYA (k.s.) : Evvela bütün din alimlerine saygımız hürmetimiz sonsuzdur. Hepsine hürmet ve sevgimiz verdır. Ve hepsi de emri bil maruf, nehyi anil münker vazife yaptığı için Resulullah (s.a.v.) Efendimizin vazifesini yerine getirirler. Ancak aradaki fark; Seyda'mız (k.s.) kendi nefsini tezkiye edip, kendi ahlakını düzeltip ve emradı kalbiyyeden temizlendiği için başkalarının tasfiyesi kolay olmuştur. Daha kolay olmuştur. Ve ilmi zahirden pay sahibi olduğu için de, ilmi batından da büyük hikmet sahibi idi. Tarikat ve tasavvufun adabına göre seyrü sülukünü tamamlamış ve irşad makamına ulaşmış, kamil ve mükemmil idi.
Bunu İmam-ı Rabbani (k.s.) mektubatında şöyle anlatıyor; ''Hz. Resulullah (s.a.v.) hadisi şerifinde 'Alimler peygamberlerin varisleridirler' Hangi alim varistir? Bu hem zahiri hem batıni ilme sahip olan alimler varistir. Yani yalnız zahiri ilimleri okuyup da batıni ilimlerden haberi olmayan ve batıni ilmi ya inkar edip veyahut da bilmeyen kişiler varis olamaz''. Onlar varis değiller, varis olamaz ve varis değiller. Resulullah (s.a.v.)'e hakiki varis olan o kimselerdir ki, hem zahiri ilmi okumuş tamamlamış, hem de batıni ilmi görüp terbiye ve eğitimi tamamlamış kişilerdir.
Şeyh Seyda'mızın da diğer alimlerden farkı budur.'' Seyda'mız (k.s.) hem zahiri, hem batıni alim olduğu için onun etkisi fazla idi. Diğer alimler yalnız zahiri ilim okudukları için söylüyor, anlatıyor fakat fazla tesiri olamıyor. Bunu bir hikayeyle anlatmak istiyorum. Gavs (k.s.) zamanında biz Kasrik'te idik. Acizane orada ben de çocukları okutuyordum. Ders veriyordum. Oranın bir imamı vardı. Adı Abdurrahman Erol idi. Molla Abdurrahman resmi imam olduğu için devamlı Bitlis'e gidip gelirdi.
Bir gün geldi dedi ki, ''Bugün ben Bitlis'e gittim. Müftü beni çağırdı, müftünün adı Molla Abdülkerim idi. Beni odasına çağırdı, ben odasına gittim. Müftü bana dedi ki, ''Molla Abdurrahman'' dedi, ''Buyur kurban'' dedim. Dün bana sordular ki ''Herkes Abdulhakim'e Gavs diyor. Sen de acaba bunu kabul ediyor musun, onun Gavs olduğunu kabul ediyor musun? '' Ben de dedim ki, ''Vallahi de Gavs Billahi de Gavs'tır. Şeyh Abdulhakim Gavs'tır ve ta Gavs'ın kendisidir''. Molla Abdulkerim hayretle karşıladı. ''Nasıl sen ona Gavs diyorsun, sen bu kadar ilme sahipsin''. Dedim ki ben de sana onun Gavslığını ispat edeyim. Nasıl? dedi. Dedim, bak otuz seneden beri ben Bitlis'teyim, ilmim de çok iyi. Her cuma ben camide konuşurken en azından Ulu camide beşyüz ile bin kişi arasında beni dinleyenler olur. Beni millet dinliyor. Onlara ben Allah'ın kelamını Resulullah (s.a.v.) 'ın sünnetini söylüyorum. Fakat dışarı çıktığım zaman bastonumdan başka benle beraber kimse kalmıyor. Ancak benle beraber kalan bastonumdur. Hiç kimse beni takip etmiyor. Şeyh Abdulhakim bir köyde oturuyor. Köy dağın eteğinde. Efendim, telefon yok, telgrafı yok, mektubu yok, birşeyi yok. Her zaman da etrafında elli- altmış- yüz kişi insanlar var. Tabii bu gelen insanları oraya getiren muhakkak bir kuvvet var ki, o kuvvet Allah (c.c.)'dır. Eğer o Gavs olmasa o kadar alim etrafına toplanamaz. Demek ki zahiri alimle maneviyat alimi arasındaki fark budur. Manevi alim tasfiye görmüş, terbiye görmüş ve Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın lütfuna mazhar olmuş. Ve Allah'ta (c.c.) insanların kalbini ona çeviriyor ve o kadar insan etrafına geliyor.
İşte Seyda'mız (k.s.) hem zahiri hem batıni ilimle alim, hem zahiri ilimi tamamlamış, hem batıni ilim, tasfiye ve tezkiye görmüş. Diğer kardeşlerimiz onlar zahiri ilim görmüşlerse de, tabii batıni ilimden habersiz oldukları için işte onların tesiri az oluyor. O kadar faydası olmuyor.
Evet Allah razı olsun. FEYZ: Seyda Hz. hiç konuşmadığı ve sohbet etmediği halde neden etrafında milyonlarca insan vardı anlatır mısınız? MOLLA YAHYA (k.s.): Muhterem kardeşlerim o cemaatin oraya gelmesi tabii evvela Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın kuvveti, iradesiydi. Kalpleri çeviren, kalpleri misafir eden ve insanı sevdiren yalnız Allah (c.c.)'dır. Yani ben de bunu söyleyeyim. Bir tabak balı götürseniz, bir dağın eteğine koyarsanız, bir saat sonra gidin ki, orada üzerine bal arısı dolar. Yani arıların aradığı nedir, baldır. Balın bulunduğu yerde mutlaka arılar bulunur. Demek ki bu kadar insanların Seyda'mızın (k.s.) yanında bir himmet bir feyz ve bir bereketin olduğunu gösteriyor. Yani apaçık alamettir. Burada Resulullah'ın (s.a.v.) bir hadisi şerifini size beyan edeyim. Cenab-ı Peygamber (s.a.v.), bu hadis-i kutside buyurur ki (Riyazus salihin de bu hadis mevcuttur. Yani hadis sahihtir.) Allah (c.c.) bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır ve Cebrail'e buyurur ki: Ya Cebrail ben filan ademi seviyorum. Sen de bu ademi sev. Cebrail (a.s.) de o ademi seviyor. Sonra Cebrail (a.s.) melekleri çağırıyor ve onlara söylüyor ki bakınız Cenab-ı Mevla (c.c.) filan kulunu seviyor, siz de seviniz. Ve sonra gökte o adem için kabul konuluyor.
Yani herkes onu kabul ediyor. Herkes ona muhabbet besliyor. Daha sonra Cebrail (a.s.) yeryüzündekine yine çağırıyor ve diyor ki Allah (c.c.) filan kulunu sevmiştir. Siz de Allah'ın filan kulunu sevin dolayısıyla Allah yolunda olan salih kişiler ve Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetine bağlı olan kişiler onlar da o kişiyi severler ve ona yeryüzünde kabul konulur. Demek ki muhterem kardeşlerim, bir insanın müslümanlar tarafından sevilmesi ve yahut sevilmemesi bu insanın takati insanın kuvveti ile değil Allah (c.c.)'ın bizzat iradesi ve kudreti iledir. Tabii bu sevgi bakımından böyle, nefrette öyle, Allah (c.c.) bizi sevmediği zaman Cebrail (a.s.) filan ademi sevmiyorum sen de sevme diyor. Cebrail (a.s.) gene meleklere Allah (c.c.) filanademi sevmiyor siz de sevmeyin buyurur ve yeryüzünde o ademe nefret kuruluyor. Demek ki gerekirse gökte gerekirse yerde nefret ediliyor. Dolayısıyla insanların sevmesi meleklerin sevmesine, tabii insanlar sevince yani salih insanların salih kimselerin sevmesi, meleklerin sevmesine tabii meleklerin sevmesi Cebrail (a.s.) ve Allah (c.c.)'ın sevgisine bağlıdır. Demek ki Seyda'mızı (k.s.) insanın kalbinde sevdiren kimdir, Allah'tır. İnsanın kalbini oraya yönlendiren celb eden gene Allah (c.c.)'dır. Ve bu muhakkak, liyakat var ki Cenab-ı Mevla (c.c.) o kadar insanı oraya gönderiyor. Ve eğer hidayet olmasaydı Cenab-ı Mevla (c.c.) haşa bu kadar kulunu feda etmezdi. Yani delalette haşa toplamazdı. Bu Allah'ın hidayeti olduğu için, Allah'ın yolu olduğu için Cenab-ı Mevla (c.c.) onun muhabbetini kalbe atıyor ve kalplere ilka ediyor. İşte onların gelmesi hep Allah'ın (c.c.) o muhabetinden kaynaklanıyor. Sevgisinden kaynaklanıyor. Tabii kardeşlerim demek ki Seyda'mız (k.s.) hal sahibidir ve ehli haldir. Ehli hal ise muhakkak fazlı çoktur ve fazlı çok olduğu içinde işte o himmet o feyz, o bereketle ne diyeyim insanları celbediyor ve insanlar geliyor ve gelen insanlar da mutlaka büyük istifade görüyor. Yani eğer istifade görmezse insan, bugün biliyorsunuz öyle bir zamandayız ki, kimse elli bine kıymıyor. Yani elli bini boşu boşuna vermiyor. Gelen insanlar eğer büyük bir istifade görmeseydi, o kadar insan aşık olmazdı. Dolayısıyla gelen insanlar efendim Allah (c.c.)'nın lütfu keremi ve Allah (c.c.)'nın muhabbetinden dolayıdır. Efendim Allah (c.c.) hepinizden razı olsun. Size teşekkür ederim bu kadar kısa olarak bahsettim. Tabi bunu tam hakikatiyle anlatmak, dedim ya hakkım değil. Seyda'mızla (k.s.) dediğim gibi 1957, 1958 den bu yana tanışıyoruz ve çoğu zaman beraberiz. Gavs (k.s.) hayattayken de beraber de çok yolculuk yapmışız. Fakat ahlakı hakikaten insan takati üstü bir ahlaka bir metoda sahip. Seyda'mızın (k.s.) insanlara şefkati, insanlara merhameti, insanların takati üstünde. Ve Cenab-ı Mevla (c.c.) onu sevmiş ki, onu o şekilde yaratmış, tabi yani bu Allah'ın (c.c.) yine fazlı keremidir. Lütfi hidayetidir. Biz de Elhamdülillah çok mutluyuz ki, o zatın mensubuyuz.
Bugün de Seyda'mızın (k.s.) yolundayız. Elhamdülillah Seyyid Abdulbaki Efendi de aynı yola devam ediyor ve Seyda'mızın (k.s.) himmeti baki olduğu halde, Seyyidimizin himmeti o da aynı devam ediyor. İnşallah ümidimiz Cenab-ı Mevla'dan (c.c.) kıyamete kadar o kapı hidayet kapısı kalacaktır ve Seyda'mız üzerine millet toplandığı gibi Seyyidimiz Seyyid Abdulbaki Efendi Hz. üzerine de inşallah kat be kat daha fazla olacak ve kıyamet gününe kadar inşallah, o kapı hidayet kapısı, hidayet konağı olacaktır. Ve Allah'ın (c.c.) liyakatı olarak kalacaktır. Allah (c.c.) Seyyid Abdulbaki ve diğer öbür seyyidlerimize uzun ömürler ihsan eylesin, onlara mutluluk ihsan eylesin, bizi de o kapıdan inşallah ayırmasın. O eşikten, mübarek aşkından ayırmasın, onların bereketinden, feyzinden mahrum eylemesin, inşallah.
Allah sizden razı olsun.
Site Yönetimi
Arkadaşıma Tavsiye Et

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-5-

Duyuru: Molla Yahya El-Abbasi Efendi (K.S) Hakka Yürüdü (geri dön)
(Bu makale eklendiği tarih olan 20.01.2008 itibarıyla 356 defa okunmuştur)
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al
Ülkemizin tanınmış alimlerinden olan Molla Yahya Efendi; 20.01.2008 Pazar günü İstanbul Yeditepe Hastanesinde, saat 10:30 da Hakkın rahmetine kavuştu. Bir süredir tedavi görmekte olduğu hastalığına yenik düşen Molla Yahya Efendi Seyda Muhammed Raşid Hz.nin halifelerinden olup, 68 yaşındaydı...
Yahya Efendi'nin Mübarek naaşı; 21.01.2008 Pazartesi günü Ümraniye Çamlıca'da, hayattayken hizmet çalışmalarını sürdürdüğü Beylerbeyi Buhara İlim Vakfı Merkezi'ndeki Hasaneyn Camii'nde saat; 09: 30 da Muhammed Raşid Hz.nin oğlu Seyyid Fevzeddin Efendinin kıldırdığı cenaze namazının ardından, kısa bir süre omuzlarda taşınmıştır. Yahya Efendinin naaşı, getirildiği Kocaeli'nin Gebze ilçesine bağlı Tepecik köyünde bulunan Molla Fenari aile kabristanına tüm sevenlerinin katılımıyla ve dualarla defnedilmiştir.
İslâmi ilimlerde bilgi sahibi olan ve çevresi tarafından çok sevilen Yahya Efendi'nin cenazesine binlerce seveni ile talebesi katıldı. Sağlığında tüm hayatını İslama hizmete vakfettiğini belirten Molla Yahya Efendinin yakın çevresinden Niyazi Şahin, "Alimin ölümü alemin ölümü gibidir. Bu anlamda çok üzüntülüyüz. Hazret bütün ömrünü vatanı, milleti ve dini için çabalayarak geçirdi. Vefatından sonra ardından onlarca eser, binlerce talebe ve dine, millete hizmet edecek kalıcı eserler bıraktı. Kendisine Allah'tan rahmet diliyoruz" dedi. Türkiye'nin manevi dinamiklerinden birini kaybettiğine dikkatleri çeken Şahin, tek tesellilerinin rahmetlinin başlattığı, devam ettirdiği hizmetlerin bundan sonra da hız kesmeden devam ettirecek talebelerinin yetişmesi olduğunu ifade etti..
O, Islam'ın ve müminlerin hizmetcisi, ilmiyle âmil olan âlimlerin Sultanı, S. Muhammed Raşid (ks) Hz.nin "Dünyada ilim kalksa, ilim kitapları yansa yok olsa, Molla Yahya (ks) hepsini tekrar yazar" övgüsüne muhatap olmuş büyük bir ilim ve hizmet insanıydı...
Molla Yahya Efendi'nin cenazesi toprağa verildikten sonra külliye de; Oğlu "Hamid Pakiş Efendi"tarafından taziyeler kabul edildi ve gelenlere yemek ikramında bulunuldu.
Aramızdan ayrılarak ebedi aleme göçen Şeyh Yahya Abbasi el-Haşimi (ks); Peygamber Efendimize, ehl-i beyt'e, ashab-i kirama ve sâdat-ı kirâma kavuştular. Aynı zamanda Gönüller Sultanımız Seyyid Muhammed Raşid Hz. nin vefatından sonra kendisine ilk kavuşan halifesi de oldular...
Molla Yahya Efendiye Allah (cc.) dan rahmet, başta oğlu "Hamid Efendi" olmak üzere kederli ailesine, akrabalarına, sofilerine ve tüm sevenlerine Feyz Dergisi camiası olarak başsağlığı ve sabr-ı cemil dileriz.
Allah cc. makamlarını yüce etsin. Bizlere de şefaatlerini nail eylesin.
Kısaca Molla Yahya Efendi:
1940 yılında Batman ilinin Kozluk ilçesine bağlı Ulaşlı köyünde dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini alim olan muhterem babası Molla Abdurrahman Efendi'nin yanında yapmıştır.Çevresindeki bir çok alimden ders almak süretiyle ilmini ilerletmiş, en nihayet Gavs-ı Bilvanisi (Kasrevi) namıyla meşhur, gözünün nuru, şeyhi ve üstadı Şeyh Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni (K.S.A.) hazretlerine hem zahiren hemde batınen talebe olmuştur.
1957 yılında ilmi icazetini almış ve Gavs hazretlerinin dergahında müderrislik yapmıştır.1960-61 yıllarında önce Manisa sonra Edirne’de askerlik vazifesini yapan Şeyh Yahya Efendi (K.S.) yurdun çeşitli bölgelerinde imam-hatiplik yapmış, son olarak 1987 yılında görevli olduğu Şanlıufa Merkez Hüseyniye Camii’nden emekli olmuştur.
Gavsı Azam Seyyid Abdul Hakim-i Hüseyni (K.S.) hazretlerinin 1972 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuşmasıyla, O’nun oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Şeyh Seyyid Muhammed Raşid (K.S.) hazretlerine intisab etmiştir.
1987 yılında manevi diploması olan halifelik icazetini de alan kıymetli hocamız, şeyhinin talimatıyla İstanbul’a hicret etmiş ve oraya yerleşmiştir. Şeyhi Seyyid Muhammed Raşid (K.S.) hazretlerinin 1993 yılında aniden Refik-i A’la’ya ulaşmasıyla, bir kez daha yüreği yanan hocamız, tarikat adabı gereğince artık manevi irşad vazifesine de başlamıştır...
Ruhuna binlerce Fatihalar gönderiyoruz...
Site Yönetimi
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-4-

Gülistan Dergisi » Altın Sayfalar » İslam Büyükleri
SEYDA YAHYA ABBASİ HZ. VEFAT ETTİ
85. Sayı Ocak 2008
“Alimin ölümü alemin ölümü gibidir.”Ne zaman bir alim Hakk’a yürüse, bu hadis-i şerif gelir hatırımıza. Evet, alimin vefatı alem için büyük bir kayıp söz konusudur. Hele bu alim bir de maneviyat insanı ise... Tek derdi Allah olan, Ümmet-i Muhammed olan bir Allah dostu daha ahirete irtihal etti. Bugün sabah namazında mekan değiştirerek vuslat yolculuğuna başladı. Nakşibendi Sadatından, Gönüller Sultanı olarak da bilinen Seyyid Muhammed Raşid Hazretlerinin altı halifesinden Seyda Yahya Abbasi Hazretleri, bu sabah kuşluk vaktinde vefat etmiştir. (20 Ocak 2008)Allah (cc) sırrını yüceltsin. Seyda Yahya Abbasi el-Haşimi Hazretleri uzun süredir lenf kanserinden tedavi görmekteydi. Yarın, Pazartesi sabahı, Ümraniye Çamlıca’daki hayattayken hizmet çalışmalarını sürdürdüğü Hasaneyn Cami’inde öğle namazına müteakip kılınacak olan cenaze namazının ardından Molla Fenari'deki kabristana defnedilecektir. Allah (cc) bizleri onların hayrından mahrum eylemesin. El-Fatiha...SEYDA YAHYA ABBASİ HAZRETLERİNİN KISACA HAYATI1940 yılında Batman ilinin Kozluk ilçesine bağlı Ulaşlı köyünde dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini alim olan muhterem babası Molla Abdurrahman Efendi'nin yanında yapmıştır.Çevresindeki bir çok alimden ders almak süretiyle ilmini ilerletmiş, en nihayet Gavs-ı Bilvanisi (Kasrevi) namıyla meşhur üstadı Şeyh Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni (ksa) hazretlerine hem zahiren he mde batınen talebe olmuştur.1957 yılında ilmi icazetini almış ve Gavs hazretlerinin dergahında müderrislik yapmıştır.1960-61 yıllarında önce Manisa sonra Edirne’de askerlik vazifesini yapan Şeyh Yahya Efendi (ksa) yurdun çeşitli bölgelerinde imam-hatiplik yapmış, son olarak 1987 yılında görevli olduğu Şanlıufa Merkez Hüseyniye Camii’nden emekli olmuştur.Muhterem üstadı Gavs (ksa) hazretlerinin 1972 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuşmasıyla, O’nun halifesi olan Şeyh Seyyid Muhammed Raşid (ksa) hazretlerine intisab etmiştir.1987 yılında manevi diploması olan halifelik icazetini de alan kıymetli hovaefendi şeyhinin talimatıyla İstanbul’a hicret etmiş ve oraya yerleşmiştir.Üstadı Seyyid Muhammed Raşid (ksa) hazretlerinin 1993 yılında aniden Refik-i A’la’ya ulaşmasıyla, bir kez daha yüreği yanan Yahya Abbasi hz, Nakşibendi yolunun adabı gereğince artık manevi irşad vazifesine de başlamıştır.Üstad İstanbul’da irşad vazifesine devam etmekteyken hastalığı sebebiyle özel bir hastanede tedavi altına alınmıştı. Bu sabah namazından sonra kuşluk vakti ise Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Ümmet’in başı sağolsun. Üstad’a rahmet, talebelerine sabr-i Cemil niyaz ederiz.

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-3-

Molla Yahya El-Abbasi (K.S) nin Hatırasına (geri dön)
(Bu makale eklendiği tarih olan 20.01.2008 itibarıyla 193 defa okunmuştur)
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al
Tasavvuf, Mürşidi Kamilin Gerekliliği ve S.Muhammed Raşid Hz. Hakkında Yaptığımız Mülakatı Molla Yahya el-Abasinin Hatırasına yeniden yayımlıyoruz. FEYZ: Efendim, Seyda Muhammed Raşid Hz.'leri ile ne zaman tanıştınız? MOLLA YAHYA HZ.: Elhamdülillahi Rabbil Alemin, vessalatü vesselamü ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain.
Seyda Hz. (k.s.) ile sene 1955'te Kasrik köyünde tanıştık. Biz orada Gavs (k.s.) hayatta iken, Gavs (k.s.) 'ın ziyaretine gittik. Gavs'tan (k.s.) tövbe aldık. Seyda Hz. orada idi, o zaman okuyordu. Gavs (k.s.) 'ın yanında o zaman Seydamızla (k.s.) tanıştık. Ve ondan sonra, biz Gavs'ın yanına gidip gelince Seydamızla tanışmamız fazla oldu. En sonunda Seyda Hz. (k.s.) ile beraber vazife yaptık. Gadir'de o imam idi, ben onun müezzini idim. Beraber yola çıktık ve ta ki vefatına kadar, artık tanışmamız nasib oldu elhamdülillah. FEYZ: Efendim, Seyda Hz.'nin (k.s.) ahlakından bahseder misiniz? MOLLA YAHYA HZ.: Seyda Hz. (k.s.) kamil ahlak üzere idi, faziletli ahlak üzere idi. Evvela, Gavs (k.s.) hayatta iken, hizmeti sever ve hem gelen misafirlerin hem de evin hizmetini yapardı. Seyda Hz. (k.s.) bile istisna mübarek, çorbayı kendi eliyle sofilere veriyordu ve her hizmeti yapıyordu. Hem evin hizmeti, hem de caminin hizmeti, hem de sofilerin hizmeti... Ve Gadir'deyken bir değirmenleri vardı. Akşama kadar o değirmenle meşgul olurdu. Tabii hizmetin fazileti çok fazla. Çünkü insan mesela tesbih çekiyor, salavat çekiyor, o bir zaman sonra bitiyor. Fakat hizmet öyle değil... Diyelim ki bir yemeği getirdiğin zaman o yemekten yemesen, yiyenlerin hepsi o yemek kadar, devam edip, ibadet ve taate devam ettiği müddetçe o yemek sahibi de sevap alıyor.
Bunun için Seydamız (k.s.) tabii taat ve ibadetten geri kalmamak üzere bütün hizmeti yapardı, her türlü hizmeti yapardı. Ondan sonra Seydamız (k.s.), Ahlak-ı Muhammediyeye sahip idi. Yani şefkatli, merhametli, vakarlı, tevazulu, cömert bütün bunlar Seydamızın başlıca ahlakları idi. Yani şefkati, merhameti herkese şamil idi. Herkese şefkatli, merhametli idi. Hatta bu şefkatinden, merhametinden bir misal olarak son vefat edeceği zaman vefatından 15 gün önce Afyon'daydık, yanındaydık. Kendisine; ''Afyon nasıl Seyda Hz.'lerine havası iyi geliyor mu acaba, Seyda Hz.'nin hoşuna gidiyor mu? '' diye sorduğumuzda, ''-Evet'' dedi. ''Afyon'un havası çok hoş, bakıyorsun mesela biz güneşteyiz, güneşin hiçbir tesiri yok. Şimdi Menzil çok sıcaktır'' dedi. ''Dedim öyle ise Seyda Hz. daha erken daha evvel gelirse ve daha fazla kalırsa daha iyi değil midir? '' Dedi ''öyle ama, ben burada çok üzülüyorum, çok sıkılıyorum...
Hayır ola dedim; dedi: ''Sofiler gelir, cemaat gelir. Burada bir fırınımız yok, mutfağımız yok, onlara çorba çıkaramıyoruz, ekmek çıkarmıyoruz, işte aç geliyorlar, aç gidiyorlar, ondan dolayı ben çok üzülüyorum. İnşallah bu sene hem mutfak, hem bir fırın yapacağız, artık gelen sofilere bir çorba vereceğiz, dağıtacağız, o zaman ben rahat ederim'' dedi. Demek ki o kadar şefkati, merhameti vardı. Sofilerin herşeyiyle meşgul olurdu. Mütevaziliğiyle, bu kadar gelen cemaat, bu kadar gelen alem olmasına rağmen, hiçbir zaman Seyda Hz. bir zerreyi miskal değişmemiş, öyle birşey görülmemiş.
Yani Seydamız (k.s.) bile, kendi haşa ne kaba, ne yükseliş. Aynı eski hali ne ise, o hal üzerinde idi. Yani ne elbisesinde ne giyinişinde ne kalkış oturuşunda hiç zerreyi miskal değişiklik yoktu. O tevazu idi, hepsina karşı mütevazilik gösterirdi. Ondan sonra cömertlik, o gelen misafirlere o kadar yemek, o kadar ikram, o kadar çorba verirdi hoşlukla verirdi ve Seydamız (k.s.) tamamıyla ahlakı Muhammediye (s.a.v.) ve kamil ahlak sahibi idi. Sünneti seniyyeye mutabakat ederdi. Hiçbir zaman sünneti seniyyeden ayrılmazdı. Hiçbir gün birisinin ne gıybeti, ne birisinin aleyhinde konuşma, insanlar görmedi, mümkün değildi. Ne kimsenin aleyhinde konuşur, ne de kimsenin gıybetini yapardı.
Birisinden bahsedildiği zaman Seydamız (k.s.) onu güzel bir şekilde anlatırdı, ondan sonra onun iyiliğinden bahsederdi, hiçbir kötülüğünden bahsetmezdi, sabırlı ve vakurdu. İşte ahlakı öyle idi. Mesela karşısında olan, o kadar mesela hakaret yapıldı ona, kendisine parmağından zehir verildi. Yine Seydamız ne intikamın peşinde oldu, ne de birşey yapılmasını söyledi. Herşeye karşı, Seydamız (k.s.) Resulullah (s.a.v.) ahlakına sahipti. Ahlakı Muhammediyeye sahipti. Fakat tabii bizim Seydamızı (k.s.) tamamıyla anlatmamız mümkün değildir. Yani biz ne kadar anlatsak yine ancak denizden bir katre damla anlatabiliriz. Fakat Seydamız (k.s.) yani şeriati ve İslamiyeti temsil eden yani İslamiyetin bir mücessip bir numunesi idi. Görüldüğü zaman İslamiyetin ne olduğunu insan anlardı. Seydamız (k.s.) böyle bir fedayi ahlaka, kanaate sahipti. FEYZ: Efendim, Seyda Hz.'nin (k.s.) ilme verdiği önemden bahseder misiniz? MOLLA YAHYA HZ.: Seyda (k.s.) tabii ilme önemi de çok fazla idi. Mesela Menzil'de o inşa ettirdiği bir medrese vardı büyük bir medrese vardı. Afyon'da yine böyle talebelerin okuduğu, mesela yine Ankara'da oğluna medrese yaptırdı. Hepimize tavsiye ederdi, yani ilmi tavsiye ederdi, yani alim olun derdi. Ve Seydamız (k.s.) çok sefer mesela cehaletle bir yere varılmaz, illa ilimle ulaşılır, hatta bunun üzerine bir misal, bir hikaye getirirdi. Yani ilim olmasa insan bir yere ulaşamaz, ilim lazımdır, yani bir yere ulaşmak için ilim lazımdır. İşte buna bir misal de şöyle getiridi: Bir sefer dedi, ''İki kardeş var idi, babaları vefat edince bunların ikisi de kendilerini Allah (c.c.) yoluna vermek istediler. Birisi dedi ben evvela gidip okuyacağım, alim olacağım, ondan sonra ben kendimi ibadete vereceğim. Birisi de dedi, alim olmaya kadar acaba zaman olur mu olmaz mı, en iyisi ben şimdi gidip ibadet yapacağım, ibadetle meşgul olacağım. Birisi ibadete gitti, birisi ilme gitti. Ondan sonra ilme giden bir müddet okuduktan sonra, biraz ilim anladıktan sonra, bir gün dedi ki, ben gideyim kardeşimi göreyim, kardeşimin ahvalini durumunu öğreneyim, hangi haldedir, hangi durumdadır.
Kardeşinin yanına geldi baktı ki, hakikaten kardeşi çok taat ve ibadetle meşgul. Yani taat ve ibadeti, onun zayıflığından, onun simasından bellidir. Sevindi, elhamdülillah dedi. Kardeşim taat ve ibadet bu kadar yapıyor, keyfe geldi hoşuna gitti. Fakat bir de baktı ki, böyle kardeşinin sarığının ucunda siyah bir şey var, bir şey görülüyor. Allah Allah, dikkat etti, bunu fare kuyruğuna benzetti. Kardeşim hayırdır, nedir bu senin sarığındaki?.. Hiç sorma dedi abi, hiç sorma, hiç bahsetme dedi. Nasıl yani dedi. Ben namaz kılarken bir fare devamlı önüme gelirdi beni meşgul ederdi, benim hayallerimi, düşüncelerimi değiştirirdi, benim huzurumu kaçırırdı. Ben de bir gün vurdum, öldü. Ölünce ben dedim bunun vebalinden nasıl kurtarayım, en iyisi bunu sarığımın altına koyayım ki, vebalinden kurtarayım. Onun alim olan abisi dedi ki: Senin o kadar namazın hep fasıktır, hep bozuktur. İşte Seydamız ilmin değerini bu şekilde anlatırdı. İlim olmasa insan salih ibadet yapamaz bunun için ilim çok değerli, çok önemlidir. Seydamız (k.s.) bu şekilde söylerdi. FEYZ: Efendim, mürşidi kamilin gerekliliğinden, ahir zamanda mürşide bağlanmanın gerekliliğinden bahseder misiniz? MOLLA YAHYA HZ.: Evet, insanda fıtri olarak, yaratılış itibarıyla bazı eksikler var. Hele hele emraz-ı kalbiye dediğimiz, kibir, hased, ucubdan, nadir sayıda insan, bunlardan kurtulur. Yani insanın çoğunda bunlardan var. Hırs, dünya muhabbeti, buhul vardır. İşte bu emraz-ı kalbiyenin izalesi yolu, tasavvuf yoludur, tasavvuf ve tarikattir. Çünkü o konudan bahseden ilim tasavvuf ilmidir. Tabii, tasavvuf ilmine girmek de sadece okumakla olmuyor. Sen tasavvufun mesela, binlerce kitabını okusan, o tasavvufun bir hakikatına varamazsın. Evet, okuyorsun biliyorsun ama, tatbikatı yok. İşte bunu tatbik etmek için, bu emraz-ı kalbiyeden kurtulmak için, mürşid-i kamile çok büyük ihtiyaç vardır. Yani, ahir zaman olmasa dahi, yine mesela bu İmam-ı Şafii gibi, İmam-ı Azam gibi zatlar, bunlar nasıl ki tasavvufa dalmışlar, tasavvuf ilminden istifade etmişler, bir pirden, bir mürşidden istifade etmişler, aynen onun gibi...
Mesela İbn-i Abidin, İmam-ı Azamın talebelerini sayarken, Süfyan-ı Sevri diyor. Süfyan-ı Sevri, İmam-ı Azam'dan hem fıkıh ilmi almış, hem de tasavvuf ilmi almış, İmam-ı Azam aynı zamanda bir irşad vazifesi yapmıştır. Mesela İmam-ı Şafii'nin bu hususta dediği sözü dikkate değerdir. ''Ben bekardım ve şeyhime gidip, ona halimi arzettim.'' Eğer Cenab-ı Mevla, birisini kamil ahlak üzere yaratmışsa ve ahlakı çok güzel ise, onun belki ona ihtiyacı yok ama, böyle kişi binde bir bile bulunmuyor. Allah'ın (c.c.) adeti öyledir, herşeyin terbiyeye ihtiyacı olduğu gibi, insanın da bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Mesela nasıl ki bir meyva ağacının bakımı yapılmazsa, onun aşısı yapılmazsa, gübresi, suyu verilmezse, meyvesi güzel olmuyor. Fakat insanın bakımı ile beslenen, mutlaka daha güzel, daha iyi meyve veriyor. İnsan da aynı böyle, insanın da bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Kitap okumakla insan, hastalığını belki biliyor, teşhis ediyor, fakat tatbik bilemiyor. Nasıl ki mesela birisi, bir doktorun yanında çalışmazsa, kendiliğinden kitabı okusa, hastalık bu diyor fakat ama birisi ona dese ki ben hastayım, o zaman o, vallahi diyecek ben anlamam, ben doktor değilim...
İşte böyle de mürşid-i kamiller de kalbin doktorlarıdır. Kalp hastalıklarının tedavisini Cenab-ı Mevla, onların sayesi ile tedavi ediliyor. Tabii ki hakiki hidayetini Allah (c.c.), hakiki irşadını Allah (c.c.) veriyor. Bunlar ancak vesile olurlar, sebep olurlar. Mürşid-i kamilin şartlarında ise, tabii ki alim olacak, amil olacak, bir mürşid eli tutmuş olacak, o mürşid ta Resulullah'a (s.a.v.) gidecek ve Resulullah'ın (s.a.v.) ahlakına sahip olacak. İşte bu şekilde olan bir mürşid-i kamilin, sözünden ziyade, hal ve hareketinden sofi istifade ediyorve mürid o şekilde Allah'a (c.c.) yaklaşıyor. Nasıl ki sahabe-i kiram , Resulullah (s.a.v.) 'in ahvalinden etkilenirlerdi, nazarından etkilenirlerdi... işte bu da öyle. Onun için mürşid-i kamile çok büyük ihtiyaç var. Yani kim olursa olsun, bila istisna herkese bir mürşid-i kamil, bir rehber, bir üstad lazımdır....
Site Yönetimi
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-2-

Molla Yahya Efendi (K.S) Muhammed Raşid Hz ne ve Sevdiklerine Kavuştu... (geri dön)
(Bu makale eklendiği tarih olan 20.01.2008 itibarıyla 213 defa okunmuştur)
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al
FEYZ: Efendim, mürşid-i kamil rabıtasını inkar eden bazı insanlar var. Rabıta hakkında Kur'an ve sünnetten deliller getirebilir miyiz? MOLLA YAHYA HZ.: Evet, efendim bir kere onlar rabıtanın ne olduğunu bilmiyorlar. Ve rabıtanın ne manada yapıldığını da bilmiyorlar. Eğer rabıta hakikaten bilinse ve hangi manada yapılıyorsa bilinse, rabıtanın inkar edilecek hiçbir yanı yok, hiç bir tarafı yok. Yani şöyle, Mürşide yapılan rabıta, haşa haşa ubudiyet rabıtası değil, yani ona ibadet rabıtası değil, o muhabbet rabıtasıdır, yani muhabbet bakımından gönül bağlamaktır.
O Allah'ın (c.c.) bir dostu olduğu için,ona gönül bağlamıyor, sadece Allah için gönül bağlanıyor. Çünkü eğer O Allah dostu olmazsa, ona gönül bağlayamaz zaten.. İşte burada Kur'an-ı Kerimde de Cenab-ı Mevla, ''Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sadık olanlarla beraber olun'' Yani Allah yolunda doğru olanlarla, eğer mürşid-i kamil sadık olursa zaten, onunla beraber olmak faydalıdır. Eğer sadık olmazsa da zaten mürşid değildir.
İşte bu konuda, Ubeydullah Ahrar (k.s.) Reşahatte şöyle anlatıyor: ''Bu keyfiyet iki kısımdır. Birisi zahiri beraber olmaktır, diğeri de kalbi beraberliktir. Kalbi beraberlik, rabıtadır. Zahiri beraberlik, eğer kalbi beraberlik yoksa faydasızdır. Nasıl ki münafıklar, Raesulullah'ın (s.a.v.) huzurunda idiler, devamlı yanında idiler. Fakat kalbi ayrı olduğu için fayda görmediler. Hatta Abdullah bin Ubeyr, İbni Sehil ölünce, Resulullah (s.a.v.) cenaze namazı kılmak istedi. Cenab-ı Mevla (c.c.) ona; ''Onlardan hiç birisinin, öldükleri zaman, cenaze namazını kılma ve kabrinin üzerinde durup, onlara dua etme.'' Ve münafıklar Resulullah (s.a.v.)'ın yanında oldukları halde istifade edemediler, neden? Çünkü kalpleri ayrıydı. Ama kalbi beraber olursa, cisim ne kadar uzak olursa olsun, yine insan istifade eder.
Mesela Necaşi, ta Habeşistan'da idi. Vefat edince, Resulullah (s.a.v.): ''Bugün salih bir kiş vefat etti, gelin namazını kılalım.'' buyurdu. Resulullah (s.a.v.) Sahabelerle beraber namazını kılmıştır Necaşi'nin...
Demek ki Habeşistan'da ölen Necaşi'nin namazı kılınmış ve efendim o kalp bağlantısı sayesinde, iman ve İslamı kamil olmuştur. Huzurunda olan kişi de, kalbi ayrı olduğu için, münafık olmuş... İşte bu nedenle, doğru olanlarla beraber olmak, rabıtaya delalet ediyor. Çünkü bu keyfiyet kalbidir. Kalbi beraber olan insan, mürşidini tasavvur ettiği zaman, haşa, mürşidini Allah diye tasavvur etmiyor. Mürşidin, Allah'ın (c.c.) Dostu diye tasavvur ediyor ve muhabbet bağlıyor. Bir de, mürşid vesiledir. Cenab-ı Mevla yine, ''Allah'a (c.c.) ulaşmak için vesile arayın'' buyuruyor. Vesile; salih amel olur, mürşid olur, Kur'an-ı Kerim okumak olur... Bütün bunlar vesiledir. Hadis-i Şeriflerde de çok deliller vardır.
Mesela; ''Allah'ın ehli onlardır ki, görüldüğü zaman, Allah hatırlanır'' ve Resulullah (s.a.v.) Allah için muhabbeti ve Allah için buğzetmeyi çok emretmiştir. İşte bu rabıta muhabbeti, kalbidir. Kalbi, Allah için birisine bağlanmaktır. Allah için birisini sevmektir. Dolayısıyla Hadis-i Şerifte zaten deliller çok... Rabıtasız hiç kimse yoktur. Yani Rabıtayı inkar edenin dahi rabıtası vardır. Çünkü, rabıta nedir, kalbi bir yere bağlamaktır. Rabıta, rabttan gelir. Rabt bağlamak. Hiç kimsenin kalbi boş değil, illa bir yere bağlı... Kimi malına bağlı, kimi hanımına, kimi evladına, kimi dostuna, her birisi bir yere bağlı... Peki onların hiç birisi şirk değil de, mürşidi kamile bağlanmak mı şirk?...
Onlarda da ayrı rabıta var, yani o, rabıtayı inkar eden kişinin de rabıtası var. Rabıtayı inkar eden kişi, namaza başladığı zaman kalbi gidiyor şuraya buraya... Her çeşit yere gidiyor. Belki apartman yapıyor, belki dükkan alıyor, belki ticaret yapıyor... Sonra da rabıta şirktir, günahtır diyor. Zaten hemen namazda başka şey düşündün, seninki şirk değil(!), benimki ise namazda değil namazdan evvel, mesela huşu olsun diye mürşidi düşünmek, niye şirk olsun... Demek ki rabıtayı inkar edenlerin de kendi rabıtası var, yani rabıtasız kimse yok... İnsan olarak mutlaka birşey düşünüyor, onun düşünmesi rabıtadır, istese de rabıtadır, istemese de rabıtadır. Çünkü rabıta, kalbi bağlamak ve haddizatında çok faydalıdır, çok etkilidir, çok tesirlidir. Yani insan rabıta yapıyor ki başka eşyalar kalbinden gitsin. O da bir tane kalıyor, O da kolay gidecek, ve sonuçta sadece Allah kalacak... Rabıta, kendi nefsi için maksud değildir. Rabıta, zikir için maksuddur.
Ve rabıta daimi değildir, rabıta geçicidir. İnsan, belli bir merhaleden sonra rabıta değil de, rabıta yerine murakabe yapıyor. Yani rabıtanın merhaleleri var, rabıta şirk değildir. FEYZ: Efendim, bugün insanların birçok problemleri var. Bununla ilgili siz neler söylemek istersiniz? MOLLA YAHYA HZ.: Bunu, tabii Resulullah (s.a.v.) 'in dilinden dinlersek daha iyi olur. Yani bugün, toplumun arasında birlik beraberlik yok. Muhabbet yok, İslamdan uzaklaşma var... Bunların hepsini Resulullah (s.a.v.) belirtmiş ve bundan 1400 küsür sene evvel Resulullah (s.a.v.) Efendimiz beyan etmiştir. İşte ümmetin başına gelecek fitneleri bizzat müşahede etmiş, görmüştür. İşte dün de, bugün de, yarın da milletimizin tek tedavisi İslam ahlakına sahip olmaktır. Resulullah (s.a.v.)'e mutabaat etmek... Allah Resulü (s.a.v.) buyurmuştur ''Ben size öyle bir şey bırakıyorum ki, siz ona yapıştığınız müddetçe dalalete gidemezsiniz. Bunların birisi Allah'ın kitabı, birisi Resulullah (s.a.v.)'in sünneti''. Son noktada diyebiliriz ki, bugün mesela, toplumun musibeti nedir? Onun tedavisi nedir? İşte musibet, cehalet, İslamdan uzaklaşmak, ondan sonra ahlaksızlık... Tedavisi de, İslamiyetledir, Resulullah'ın sünnetine mutabaat iledir ve Kitabullah'a mutabaat iledir. Çare budur. İslamiyetten başka çare aramak yanlıştır.
Bugün mesela, birçok hurafeler var. Millet artık öyle olmuş ki, hep hurafelere inanıyor. Biz zaman zaman bunu söylüyoruz. Mesela çoklarının evine gidiyoruz; evinde ya da arabasında, ya da kapısında, nazar boncuğu gibi bir boncuk var. Nazar boncuğunun etkili olduğuna inanırsa zaten küfürdür. Allah muhafaza eylesin. Eğer etkisi olduğuna inanmazsa da günahtır. Fakat millet artık, ona inanıyor, ondan sonra da ha efendim büyü, ha efendim sihir, ha efendim cin... Daha sonra da bunlar cincilere gidiyor para veriyor, Cinciler bir şey yapamıyor, daha da hasta ediyor. İşte bunun sebebi, cehalet çoğalmış, Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetinden uzaklaşılmıştır. Bundan dolayıdır da, artık insan yolunu şaşırmış, bir şaşkınlık içindedir. Bunun içindir ki bakıyoruz, toplum içinde emniyet diye birşey kalmamıştır. Yani kimse kimseden emin değildir. Kimsenin kimseye güveni yoktur. İşte bunların başlıca sebebi, İslami ahlaktan uzaklaşmaktır. Bundan dolayı da düşmanlarımız başımıza musallat olmuş.
Resulullah (s.a.v.) buyurmuş ki, ''Bir zaman gelecek ki, benim ümmetimin başına, yemek üzerine toplanan kişiler, nasıl elini yemeğe uzatıyorsa gayri müslüm kafirler de müslümanların işine ellerini öyle uzatacaklar, müslümanların işini karıştıracaklar. Sahabeler soruyorlar, '' -Ya Resulullah, o gün biz azınlıkta mı olacağız. '' Yok, siz çoksunuz. Ama selin üzerinde olan çok gibi olacaksınız. Siz de iki haslet olacak, birisi, dünya muhabbeti çok fazla olacak, ikincisi ölüm korkusu çok fazla olacak. Ve düşmanın kalbinden, sizin korkunuz çıkacak. Düşman korkusu, sizin kalbinize girecek. Yani düşman sizden korkmayacak, siz düşmandan korkacaksınız. ''
İşte bunu Resulullah (s.a.v.) bilmiş. Bizim şeyimiz bu yani, dünyanın peşinden gitmek, dünya muhabbetini kalbe yerleştirmek, İslamdan uzaklaşmak. Bütün bunlar, zamanımızın başlıca musibetidir. Ve bütün bunların çaresi de İslamı uygulamak, Resulullah (s.a.v.)'in ahlakına sahip olmak ve ilme yapışmak... Allah'ın (c.c.) Resulü (s.a.v.), son veda hutbesinde buyurduğu gibi, ''Ben size iki şey bırakıyorum. Onlara yapıştığınız müddetçe delalete gidemezsiniz. Birisi Allah'ın (c.c.) kitabıdır. Allah-u Teala tarafından uzatılan bir iptir. O ipe yapışan, Allah'a (c.c.) yapışır. İkincisi benim sünnetimdir. ''Resulullah (s.a.v.) bilmiş demek ki, toplumun bugünkü musibetini. Yani İslamı yaşayamamasını, emniyetin ortadan kalkmasını ve milletin fitne ile huzursuz olmasını...
Bunun çaresi de, Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetine yapışmaktır. İnşallah, huzuru İslamda bulacaklar ve İslamın ahlakını yaşasalar huzur bulurlar inşallah. ŞEYHİMİZ, SEYYİD MUHAMMED RAŞİD HZ.NİN BÜTÜN DERDİ İSLÂMIN YAŞANMASI İDİ FEYZ: Son dönemin büyük zatlarından Seyyid Muhammed Raşid Efendi'yi, biz de 6 halifesinden biri olan Molla Yahya Pakiş ile konuştuk. Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin babası merhum Abdülhakim Hüseynî (Gavs) döneminden bu yana Menzil Dergahı'na hizmet etmiş olan ve şu anda İstanbul'da ikamet eden Molla Yahya Pakiş ile evinde yaptığımız Sohbette bazı bölümleri bugünün hatırası adına sizlere de sunuyoruz; MOLLA YAHYA HZ.: Muhterem Hocam, Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin irşadı ve hizmetleri ile ilgili malumat verebilir misiniz? Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri'nin babası merhum Seyyid Abdülhakim Hüseynî'nin 4 halifesi vardı. Bunlardan biri de oğlu Muhammed Raşid idi. Muhammed Raşid Hazretleri babasının sağlığında ''Halifelik icazeti aldığı halde irşada başlamamıştı. Babasının vefatından sonra Menzil Dergahı'nda Seyda Hazretleri'nin irşadı başlamış oldu. Bu irşat; ilim, uhuvvet ve tevazu ile 23 sene devam etti. Bir çok insan Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri'nin vesileliği ile hakikate, hidayete ulaştı. O'nun döneminde Menzil Dergahı adeta bir sehavet, uhuvvet ve ihlas merkezi olmuştu. Türkiye'nin ve hatta dünyanın bir çok yerinden Şeyhimizi ziyarete gelen, duasını talep eden, kendisine intisab eden insanlar huzur içerisinde, kardeşlik içerisinde İslâm'ı öğrenmeye ve yaşamaya başladılar. FEYZ: Bu meyanda merhum Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin özel hallerinden ve hususiyetlerinden de biraz bahseder misiniz? MOLLA YAHYA HZ.: Seyda Hazretleri'nin en belirgin vasfı tevazuu ve merhameti idi. Kendisi hiçbir zaman hiç kimseye karşı incitici bir harekette bulunmamış, kin duymamıştı. Dergahında binlerce kişi etrafında pervane olurken biz kendisinde kibir veya kabalık gibi herhangi bir hareketin zerresini bile görmedik. Ayrıca ilme verdiği ehemmiyet ve milletin cehaletten kurtarılması hususundaki ısrarı da önemli vasıfları arasında saymak lazımdır. Bütün Şeyhler keşf ve kerametleri ile sürekli anılırlar. Bizim Şeyhimizin de elbette birçok kerameti vardı. Fakat, biz O zatı, her zaman ilme, alime, uhuvvete, ihlasa, İslam'a ve Ahlak-ı Muhammedî (s.a.v.)'ye verdiği ehemmiyet ve hususlardaki hassasiyeti ile tanıyor ve yadediyoruz... FEYZ: Muhterem Hocam, Şeyh Seyyid Muhammed Raşit Efendi'nin umumi sohbetler yapmadığını biliyoruz. Bunun sebebini sormak istiyorum. Bir de, hususi olarak sizlere tavsiyeleri olmuştur. Bunlardan birkaç örnek verebilir misiniz? MOLLA YAHYA HZ.: Evet.. Şeyhimiz umumi sohbet yapmazdı. Buna sıhhati ve zamanı müsait değildi. Bize yaptığı hususi tavsiyelere gelince, en önemli ikisi şudur: Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri yakınlarına, halifelerine ve oğullarına siyasetten, particilikten uzak durmalarını ısrarla tembih ederdi. Müslümanlar arasında particilik yolu ile tefrika olabileceğini söylerdi. ''Camiye, Dergaha gelen herkes Müslümandır'' derdi... İkinci önemli nasihati ise; İslam ve iman hizmeti, ilim ve dua karşılığında maddi menfaat alınmaması, talep edilmemesi hususu idi... FEYZ: Şeyh Muhammed Raşid Efendi'nin halifeleri ve Menzil Dergahı'nın bugünkü konumu hakkında da bilgi verebilir misiniz? MOLLA YAHYA HZ.: Seyda Hazretleri'nin 6 halifesi vardır. Bunlardan üçü Seyyid'dir. Molla Hüsrev (Arvasi'dir), Kardeşi Seyyid Abdülbaki Efendi ve Seyyid Molla Abdülbaki...
Diğer üç halifesi ise; Konya'da Molla Muhammed, Van'da Molla Ahmet (Aykaç) ve İstanbul'da da bendeniz (Molla Yahya Pakiş)...
Menzil Dergahı'nda şu anda şeyhimizin kardeşi Seyyid Abdülbaki Efendi bulunmakta ve irşad hizmetini sürdürmektedir. Menzil eskiden nasıl o bölgede kış içerisinde baharı, ateşler içerisinde suhuleti, huzuru ve uhuvveti temsil ediyordu ise, bugün de ve hatta İnşallah kıyamete kadar da bu şekilde devam edecektir.
Zaten cemaatler, tarikatlar ve benzeri bütün teşebbüsler İslam'ın daha güzel anlaşılması ve yaşanılması hususunda birer şube hükmündedirler. Önemli olan birlik, kardeşlik ve ihlastır. Seyyid Muhammed Raşit Hazretleri'nin hayatında en çok ehemmiyet verdiği özelliklere hassasiyet gösterildiği sürece bu hizmetler aynı şekilde sürecektir.
Duamız, kıyamete kadar sürmesidir... FEYZ: ''Muhammed Gülü'' olan Seyyid Muhammed Raşit Hz.'ni ve onun Halifelerinden Molla Yahya el- Abbasi Efendiyi biz de rahmetle ve özlemle anıyoruz... Ne mutlu onların izinden gidenlere.. Allah cc. bizleri onlara komşu eylesin.. ......
Site Yönetimi
Arkadaşıma Tavsiye Et
Yazıcı Çıktısını Al

SEYDAMIZIN(k.s.) ARDINDAN-1

MOLLA YAHYA HAZRETLERİ: “KİM SEYDA HAZRETLERİNİ SEVİYORSA, ONUN YOLUNA DEVAM ETSİN.” DERLEYEN:ALPEREN GÜRBÜZER Molla Yahya Hz.leri hane-i saadetten biri olmamasına rağmen, 1957-1958’den beri bu aileden uzak kalmayan zattır. Gavs Hazretleri (k.s.) zamanında Kasrik’te medresede ders okuttu. Gavs Hazretleriyle beraber çok yolculuk yapma şerefine nail olmuştur. Bu vesileyle 1955’de Seyda Hazretleriyle tanışma fırsatını Kasrik’te elde etmiş. O sıralarda Seyda Hazretleri (k.s.)’de okuyordu. Molla Yahya Hazretleri , Gavs’ın yanına gide-gele Seyda Hazretleriyle tanışma daha da ileri boyutlara ulaşır. En sonunda Seyda Hazretleri ile beraber vazife yaparlar. Tabii ki imam Seyda Hazretleri (k.s.), müezzin ise Molla Yahya Hazretleridir. Allah yolunda çalışmanın heyecanıyla yola çıkmanın adımını attıktan sonra, bu yolculuk Seyda Hazretlerinin vefatına kadar devam etmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Seyda Hazretlerinin altı halifesinden biri olma şerefinede eren Molla Yahya Hazretleri, tâ Gavs Hazretleri zamanından bu yana Menzil dergahına hizmet etmiş bir büyük âlim zat. Şu anda İstanbul’da ikamet edip,orada irşat görevini devam ettiriyorlardı.Şimdi O Hakkın rahmetine kavuştu.RUHU ŞAD OLSUN. Bakın Molla Yahya Seyda Hz.leri ile ilgili neler söylüyor, kendi anlatım üslubundan dinleyelim: Malum bir söz var. Bir kişinin hali bin kişiye tesir ediyor. Bir kişinin kal’i (sözü) bir kişiye tesir etmiyor. Âcizane kendi üzerimde anlatmak istiyorum. Benim rahmetli pederim âlim idi, dolayısıyla küçük yaşta (6 yaşında) ilme başladım. Askerden evvel de iyi bir âlimdim. Doğu ve güneydoğuda medreselerde okudum. Çok şükür iyi bir âlim olarak yetiştim. Fakat tatbikine gelince, millete vaaz veriyoruz, maalesef kendimiz dahi tatmin olamıyoruz. Ucubdan, kendimizi görmekten, haset gibi hastalıklardan kendimizi muhafaza edemiyoruz. Bilahare 1957 senesinde bu yola girmek nasip oldu. Merhum peder daha evvel girmişti, yani o sene. Derken daha sonra Gavs (k.s.)’ın yanına okumaya gittim. Tabii ki, büyüklerin meclisinde oturmak dahi insana büyük feyiz veriyor. Ve buna tasavvuf dilinde tasarruf deniliyor. Malum tasarruf ve manevi himmet Resulüllah (S.A.V.)’in zamanında, nasıl ki katı kalpli Arabî gelip önüne varmakla ve şehadet kelimesi söylemekle aynen bütün ahlakı değişiyor idiyse, böylece Resulüllah (S.A.V.)’in hakiki varisleri olan bu zatların önüne varan da yine bu şekilde değişerek kalplerinde tasarruf meydana gelmektedir. Bu kalpteki tasarruf mürşidden müritlerin haline akis yoluyla geliyor. Bunu o zaman anladım ki, hakikaten zahiri ilim tek başına fayda vermez. İnsanı Allah’a (C.C.) yaklaştıramaz ve kimseye de faydası olamaz. Bu büyük zatlar gerek topluma gerekse insanlığa çok büyük faydaları olmuştur. Zira günahların zararları çok büyüktür. Yani zehirin vücuda zararı olduğu gibi, günahların da ruha o kadar zararı çoktur. İstanbul’da yanıma gelen çok kişiler oluyor. Bütün bunların sıkıntılarını biz de takip ettiğimizden her taraftan geliyor. Yani günah insanlara sıkıntı veriyor, insanların rızklarının azalmasına sebep oluyor ve insanların yüzünün siyah olmasına vesile oluyor. Resulüllah (S.A.V.)’in de buyurduğu gibi: “Günahlar küfrün elçisi” hadis-i şerifinin mana ve ruhu ortaya çıkıyor. Bir insan nasıl ki , Müslüman kardeşini ateşte görüp onu kurtarması ve Müslüman kardeşini suda boğulurken görüp onu kurtarması lazım iken, böylece bir Müslüman’ı içki ve alkolik aleminden tutup kurtarması lazımdır. Fakat bunlardan kurtuluş yolu evvela kalbin tasfiyesi ile olur. Malum, tasavvufun en büyük faydası kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyedir. İbn-i Hacer, Kitabül Kebair günah diye bir kitap yazmış. O kitabın başında ilkin kalbi günahlardan bahsediyor. Kitapta haset, kibir, hırs, şehvet, gibi 67’ye ulaşan bir dizi kötü hallerden bahisle diyor ki; neden bunları ilk evvela sıraladım derseniz, zira bunlar çok daha tesiri fazla ve diğer günahlara da sebep olacak da onun için. Sonradan yeryüzünde ilk işlenen günahlara önderlik eden şeytandır. Bunun sebebi kibirden dolayıdır. Resulüllah (S.A.V.); “Gönlünde zerre miskal kibir olan kişi Cennet’e giremez” buyuruyor. Bunu tabii Resulüllah (S.A.V.)’den soruluyor: “- Ya Resulüllah, bir insan güzel elbise giymek, güzel ayakkabı giymek istiyor. Bu kibir midir?” ve buyuruyorlar ki: “- Hayır, bu kibir değil. Kibir insanları hor görmek ve hakikati kabullenmemektir.” Şeytan, nasıl ki Allah’tan gelen emri kabullenmedi ve gurura kapıldı, hor görmek de kibire yol açmaktadır. İkinci günah Habil-Kabil kavgasında gizli. Sebebi de hasetten gelmektedir. Haset hakkında Peygamber (S.A.V.): “Ateşin odunu yok ettiği gibi haset de hasenatı mahveder.” Buyuruyor. Şimdi bunlarla beraber daha çok günah çeşitleri vardır. Bunların izale yolu, yalnız tasavvuf yolu ile muhakkaktır. Gavs Hz.leri benim ilk mürşidim ve ilk üstadımdır. Seyda Hz.leri ile de bir çıkmışım, okumuşum ve ders almışım. Ben bir âlim olarak ilk gittiğim zaman aynı haset, ucub, kibir gibi söylenen mevzular vardı ama bir türlü de içimi temizleyemiyordum. Bir gün mübarek zat bana buyurdu; işte kibir böyledir, haset böyledir, şu böyledir falan diye. Ben de o arada dedim ki: “Kurban, eğer ben kendi nefsimi ıslah edebilseydim, size gelmeye ne gerek var.” O zaman bana Arapça tabir ettiler (Gavs Hz.leri hem Arapça’yı hem de Farsça’yı çok mükemmel bilirdi.): “İşaretül tasarruf il mürşidi fil müridi et-teslim.” Yani : “Bir mürşidin müride tasarruf olmanın şartı teslim olmaktır” diye buyurdular. Birisi Seyda Hz.lerine gittiyse, merkatı ziyaret ettiyse, ben fayda görmedim dediyse, o hâşâ kapıdan değil, o adamın kendisinden olup, demek ki tamamıyla teslim olmadığından ötürüdür. O arada Cenab-ı Allah (C.C.) lütfetti, O himmet etti, sanki kalbim elinde bir vaziyette dedim ki: “Kurban buyur kalbim sana teslim.” Tamamıyla hakikaten, elhamdülillah o günden bu yana kalbi hastalık nedir bilmiyorum. Yani haset, kin ve kibir bilmiyorum. İşte tasavvufun en büyük faydası budur. Tasavvuf Hz. Resulüllah (S.A.V.)’in manevi medresesidir. Tasavvufun müessesesi ilahi vahiy’dir. Tasavvuf; Mecusilerden, bu feylesoflardan ve sonradan gelen bir müessese değildir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayetler ameli konulardan, bir çok konular imandan, birçok konular da nefsin tezkiyesinden (ahlaktan) bahseder. Tasavvufun tek gayesi ahlaktır. Tasavvufun hepsi ahlaktır. Kim ahlakta senden üstünse o tasavvufi senden fazladır. Tasavvufun ikinci anlamı ise, Cenabı Mevla’m (C.C.) demiş ki: İbadet etmek, kulluk etmek ve devamlı Cenabı Allah (C.C.) beni görür, beni kontrol eder, beni müşahede eder düşüncesiyle amel etmektir. Bu ecirler Allah (C.C.)’ın bütün mahlûkatına şefkat gözüyle bakmak, hiç kimseye kin beslemeden, hiç ayırım yapmamak ve hiçbir tefrika etmemek tasavvufi ahlaktır. Resulüllah (S.A.V.)’in meclisi şerifine gelen Cebrail (A.S.)bir insan kisvesine bürünerek, Resulüllah (S.A.V.)’in yanına sokulup soru-cevap şeklinde soruyor ve cevabı alıyor: Birinci soru: — İslam nedir? Ve Rasulüllah (S.A.V.) İslam’ın beş şartını beyan ediyor. İkinci soru: — İman (akaid) nedir? Resulüllah (S.A.V.)imanı beyan ediyor. Üçüncü soru: — İhsan nedir? Resulüllah (S.A.V.) buyuruyor ki: “İhsan, huşu üzerine Allah’ın huzurundayken, bir şey tasavvur etmeden Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.” Ki, tasavvufta buna murakabe hali denir. Ve en son Hz. Resulüllah (S.A.V.): “Bu Cebrail’di, dinimizi öğretmek için geldi.” (Bu hadisi Hz. Ömer (R.A.) rivayet ediyor. Hadis meşhurdur ve bütün hadis kitaplarında var.) Burada dikkat etmemiz gereken konu budur. Hz. Cebrail hem İslam’ı, hem imanı, hem de ihsanı sordu. Malum İslam, zahiri amel, namaz, oruç, zekât, Hac, ukubet ve muamelat. İmanda akait, insanın kalbindeki Allah’ın tevhidi, Resulüllah’ın (S.A.V.)kabulü ve imanın temelleridir. İhsan ise tasavvufta murakabedir. İşte ad olarak ilk defa Hicret’in150. Senesinde Ebu Haşim Sofiye nispetle verilerek tasavvuf denilmiştir. Fakat ad değildi, hakikatine baktığımızda ilahi vahye dayanıyor ve O’nun müessiri ilahi vahiydir. Allah-ü Teala İslam ve imanı beyan ettiği gibi, bizatihi tasavvufi beyan eden de O’dur. Seyda’mız (K.S.) âlimdi. Hem anne hem baba tarafından Seyyid yani evladı resuldür. Seyda’mızın ahlakı ise, ahlakı tarif ettiğimizde iki unsura dayanır. Malum ahlak iki kısımdır: 1- Fıtri ahlak (doğuştan ahlak) 2- İhtiyari ahlak (sonradan kazanılmış ahlak) Seydamız (K.S.)’ın fıtri ahlakı da kâmildi ve hatta Resulüllah (S.A.V.)’e sima bakımından çok benziyordu. Gavs (K.S.) hayatta iken , müritlerden birisi geldi , bir Hacı Efendi: “- Kurban ben rüyamda Resulüllah (S.A.V.)’i gördüm ve şu senin büyük oğluna çok benziyordu.” diye beyan ederek teyit etmiştir. Zaten Gavs (K.S.) gibi büyük bir zatın terbiyesi altında, ilim, ahlak ve faziletin merkezi bir âlimin yanında yetişen zat mutlaka ahlaklı demektir. Seyda’mızın babası hayatta olduğu müddetçe, bütün hizmet ona aitti, yani her çeşit misafirlerin hizmetini yapıyordu. Âlimliği şüphesiz deniz gibiydi. Seyda Hz.leri bütün hüzünlerini ve üzüntülerini içinde tutup, dışarıya güzel ahlak verirdi. Ne kadar sıkıntı varsa, ne kadar hizmet varsa, bütün herkesin derdini içinde saklayıp, bütün herkese karşı merhametli, şefkatli idi. Yani toprak gibiydi. Her çeşit kirli madde toprağa atılır, fakat topraktan her bir reha güzel ürünler çıkar. Hiçbir şeye bağlılığı yoktu. Mesela kendisi zengin bir aileden olduğu halde yemeği hazırlardı veya ne hazırsa onu yerdi. Evinde günde bir sefer çay yapılıyor, haftada bir sefer çay içer, hiçbir şeye bağlılığının olmadığını müşahede ederdik. Yani şu yemek, bu yemek demez, aynı Resulüllah (S.A.V.)’in fıtri ahlakı mevcuttu. Şefkati da zaten bütün insanlara şamildi. Gavs (K.S.) hayatta idi. Seyda Hz.leri ile birlikte beraber Nurşin’e taziyeye gittik. Dönüşte (o zaman ev Gadir’de idi, Gavs (k.s.) daha menzile yerleşmemişti) bir arabadan indik, akşam namazını kıldıktan sonra yayan köye doğru yürürken, tabii yolda konuşuyoruz. O arada Gavs (k.s.) zamanında çok sağlam bir sofi ve seyr-i süluku bitirmiş, fakat daha sonra ondan sadır alan bazı hareketlerden dolayı Gavs (k.s.)’ın tard ettiği bir Hacı Efendi vardı. Ben de bunu Seyda Hz.lerine yolda hatırlattım ve dedim ki: “Kurban, biz size devamlı geliyoruz, nereye gitsem Gavs, beni seninle gönderiyor, senden ayrılamıyorum. Fakat sorumuz şu: İşte bu adam seyri sülukunu bitirmiş, senelerce amel etmiş, yaşı da ilerlemiş, aynı şey sonra bizim de başımıza gelmesin.” Bunun üzerine Seyda Hz.leri dedi ki: “- Yahya, insanın yapmış olduğu hata iki kısımdır. Zaten kimse hatadan masum değildir. Peygamberlerden başka kimse masum değildir ama, hata eğer nefisten değilse insan bir yanlış davranışta bulunduğu zaman, sonra hatanın farkına varıyor, tövbe ediyor, pişman oluyorsa Allah affediyor ve bir şey olmuyor. Fakat eğer yaptığı hata kibirden ve nefisten gelirse farkına varırsa da o kimse pişman olmaz ve sadat da affetmez. Tabii bu dediğin adama, ben bizzat babamdan habersiz yanına gittim. Ona acıdım, haline acıdım. Ayağına giderek, hatır ziyada bulundum. Çünkü haline acımıştım. Üzülerek söylüyorum ki, hiç pişmanlık ve nedamet duymadığı gibi, pes etmedi de. Eğer pişman olsaydı, babama gelip ricada bulunacaktım. Onun hatasından dönüşüne vesile olacaktım. Demek ki o adamın Gavs’a kabahati olmuş ki Gavs (k.s.) tart etmiş.” İkinci şefkat, vefatından 15 gün evvel Afyon’da beraber idik. Seyda Hz.lerine bir gün sordum: “- Kurban buranın havası size iyi geliyor mu, hoş mu ?” dedi ki: “- Tabii, çok hoş. Burası yaz, Menzil’de yazın çok yakıcı, çok sıcak havası var. Fakat şunu ifade edeyim ki, ben üzgünüm, çok üzülüyorum.” Bu cevabın üzerine: “- Neden Kurban hayırdır?” dedim. Buyurdular ki: “- Gelen misafirlere bir şey ikramda bulunamıyoruz. Gelen insanlara ne çorba, ne yemek, hiç bir şey ikramda bulunamıyoruz. İkramda bulunamadığımız için çok üzülüyorum. Uzaktan geliyorlar, aç gelip, aç gidiyorlar. Fakat inşallah bura yapıldı, inşallah önümüzdeki seneye gelen misafirleri yemeksiz bırakmayız.” İşte, bu da şefkatine en güzel örneklerden biridir. Seydamız (k.s.), ayrıca bütün işlerde mutedildi. Yani ifrat ve tefritten çok kaçıyordu. Herşeyde mutedildi. Mutabaat ve ibadetinde mutedil ve Resulüllah (S.A.V.)’in sünnetine uygun davranıyordu. Hatta ayakkabı giyerken, camiye girerken, camiden çıkarken, hiçbir hal ve davranışında Resulüllah (S.A.V.) neyse, Seyda’mızın (k.s.) da mutabaatı da fıtri olmuştur. Seyda’mız (k.s.) Çanakkale’ye gidişi Resulüllah (S.A.V.)’e mutabaattır. Yani hicret istemediği halde memleketinden ayrıldı. Hatta memleketimizin büyük bir âlimine sofinin birisi gidip; Seyda’mız gitti biz başsız kaldık falan diyor. İlginçtir o âlim şu cevabı veriyor: “Sofi sen ne diyorsun. Zaten Seydamız da bu eksik idi, bu da tamamlandı”. Yani Resulüllah’a mutabaatı bu eksik kalmıştı, bu da tamamlandı diyor. Seydamız (k.s.)’ın en önemli bir yönü de hiç kimsenin hakkında şikayet ve hüküm vermemesi. Bu çok önemliydi. Tahkik etmeden, araştırmadan hüküm vermezdi. Hatta bir seferinde: “Kurban, korkuyoruz, bazı yanlış şeyler söyleriz” diye. Cevaben buyurdular ki: “- Endişelenmeyiniz, inşallah böyle bir şey olmaz.” Diyerek bizlere teselli verdiler. Seydamız (k.s.)’ın ibadeti daimi idi. Resulüllah (S.A.V.)’in ibadeti gibi. Her mevsimde sadatımızın gece 11 rekât namazı vardır ki, bu teheccüd namazıdır. Ayrıca günde bir cüz Kur’an-ı Kerim okumak, sünnet-i müekked ve kuşluk namazı vardır. İşrak, tan doğuşuyla güneşin doğuşu arasında ibadetle geçirmek de daimi ibadeti idi. Her gece teheccüd namazı kılmak ve tabii onlara özel olarak bazı evratları vardır. Malum, devamlı insanlarla meşgul olduğu için ibadeti daimi sayılır. İbadeti daimi olduğu için de “Onlar her halükârda Allah’ı zikrederler.” Bu zikir dil ile değil kalbi zikirdir. Kalbi zikir devamlı zakir olduğundan, o da ibadeti daimi oluyor. Gerek Gavs (k.s.), gerekse Seydamız (k.s.) zaman zaman insan kalplerini test ederdi. Yani kalplerin böyle zikir yaptığını, ses duyduğunu, hatta bazılarının kalbine Seyda’mızın elini koyarak test eder, hatta biraz ağrıları olanları gördük. Bu zikri daimidir. Onlar kuşluk namazını kıldıktan sonra, işte o zaman istirahat ederler. Diğer vakitler taat ve daimi ibadettir. Menzil’de ibadetin yanısıra, Allah (C.C.) için hizmet de esastır. Allah’a (C.C.) muhabbet, Allah’ın (C.C.) mahlukuna şefkat bu bakımdan geliyor. Bizlere bir gün misafir geliyor, ikinci gün geliyor ve üçüncü gün de misafir geldiğinde huzursuz oluyoruz. Fakat bu Allah dostlarına günlerce devamlı gelen misafirlere şefkat göstermeleri ve her türlü ikramda bulunmaları vazife olmuş. Bunu ta Gavs (k.s.) zamanında gördüm. Hatta misafirleri az olduğu zaman, Gavs (k.s.); aman başım ağrıyor diye şikâyette bulunurdu. Seyda’mız da aynı titizliği devam ettirdi. Bu kadar gelen misafire ikramda bulunmak da aslında kolay da değil, hakikaten burada büyük bir keramet de var. Çünkü gelen mahsulâtı, bu giden mahsulâtla karşılaştırdığımız zaman, çok büyük hikmetler var. Yani, bu kadar misafire yemek vermek ve hele hele yemekle beraber her bir misafirin cebine birkaç ekmek koyarak memlekete götürmelerini hesaplarsanız, akıl sır erdiremezsiniz. Şahsen ben gittiğim zaman 10 ekmekten aşağı getirmiyorum. Hatta bir miktar çantamızda getiriyoruz ki Müslümanlara faydamız olsun. Cenabı Mevla’m (C.C.)’ın büyük bir bereketi ve lütufu olmazsa bu kadar ekmek yetiştirmek mümkün değildir. Bütün bu hizmetler bir aşkın semeresi, aşkla, muhabbetle, canla ve başla o âlemin efradı en fazla hizmet onlardan geliyor. Ondan sonra oradaki hizmetçiler devreye giriyor. Seyda Hz.lerinin bizzat Gavs (k.s.) zamanında defalarca çorba taşıdığını gördük, müşahede ettik ve Gadir’deki değirmen de akşama kadar çalıştığını gördük. Rıza-ı Bari insanlara, Müslümanlara hizmet etmek demektir. Bu meanda aile efradı da öyle idi. Nitekim annelerimiz de öyle . Herhalde Seyda Hz.lerinin ailesi ve annemiz şimdi yaşlanmış daha yapamaz, fakat zamanında büyük bir hizmette idi. Gavs Hz.leri hayatta iken en fazla hizmet Seyda’mız ve ailesi üzerinde idi. Ve Gavs (k.s.)’ın şeyhliği de onların yardımıyla idi. Tabii bunların hepsi ilahi aşk, ilahi muhabbet ve Allah için çalışmak. Allah’ın muhabbeti olmazsa, insan bu kadar hizmeti mümkün değil yapamaz. Yani gelemez o kadar hizmete. Seydamız (k.s.) hem kâmil, hem mükemmil. Bunu halifeliği zamanında da alması önemli bir husustur. Malum Allah’ın (C.C.) nimetleri namütenahidir, sayı ile bitmez ve mahlûklara olan nimeti çok fazladır. Bizatihi Cenabı Allah (C.C.); “Allah’ın nimetlerini saymak isterseniz, bil ki fert fert birincisini dahi sayamazsınız” buyuruyor. Bu nimetleri iki kısımda mülahaza edebiliriz: Birincisi dünyevi nimet, ikincisi uhrevi nimet. Dünyevi nimette Allah (C.C.), dostuna da, düşmanlara da, Müslüman’a da ve kâfire de verilir. Mesela bu zahirde bulduğumuz göz, kulak, insan olmak gibi nimetler herkese vardır. Fakat uhrevi nimet ise Cenabı Allah (C.C.) dostlarına vermiş, düşmanlarına vermemiştir. Dünyevi nimeti hem dostlarına hem de düşmanlara vermiş. Hatta dünyevi nimetlerden belki düşmanlara daha fazla vermiştir. Nitekim Cenabı Mevla’m (C.C.); “Kâfirlerin zengin zengin dolaşmaları lüks hayat yaşamaları ise aldatmasın. Onlar geçici bir hayattır. Sonra onların yeri de Cehennem’dir ve en kötü yer de burasıdır” buyuruyor. Seyda’mız (k.s.)’ın maksadını hakiki manada Allah bilir. Vefatına yakın “nimetler” konusunu veda mesajında ifade etmesi çok büyük önem taşıyor. Müslüman olmak, insanın ebedi hayatını kurtardığı için İslam’ca yaşamak çok önemlidir. Tefrikadan da kesinlikle kaçın diye de tavsiye etmiştir. Malumumuz İslam iki anlamdadır. Allah-ü Teala’ya tamamıyla inkiyad ve itaat anlamında, bir diğeri de barış ve sulh içinde olmaktır. Peygamber (S.A.V.) bu ikinci konuda “Müslüman kime denilir” sorusuna “Müslüman onun elinin ve dilinin eziyetine selim olan kişiye denir” cevabını vermiştir. Yani herkesle barışmak, hatta Resulüllah (S.A.V.) gayri Müslimlere dahi barış içinde bulunmamızı tavsiye etmişlerdir. Ve : “Kim bir ecnebiye eziyet ederse (içinizdeki bir Hıristiyan, bir Yahudiye eziyet ederse) kıyamet gününde bu hususta tek davacı benim.” İkinci nimet malum, Peygamberimiz bütün kâinatın efendisi. Bizzat Cenabı Mevla’m (C.C.) buyurmuş: “Yeryüzüne gelen ümmetin en sevgilisi sizsiniz.” Yine Allah (C.C.); “Sizi en hayırlı ümmet kıldık, bütün insanlara kıyamet günü şahadet ederseniz” diye buyurmaktadır. Hasan (R.A.): “Bizim başka ümmetlere faziletimiz bakımından kâfiliği Resulüllah istemiştir.” O Resulüllah’ın söylemesidir, o bize kâfidir. Yani başka ümmetlere fazileti kâfidir. Resulüllah (S.A.V.)’in ümmeti olmak daha fazla değer kazandığımızdan dolayı, en büyük nimet oluyor ve bunu da Seyda’mız (k.s.) bütün insanlara, bütün Müslümanlara hususi bütün sofilerine tavsiye bırakmıştır ki: Mademki bizim şerefimiz Resulüllah’ın (S.A.V.) ümmeti olmaktadır, o halde Resulüllah’ın yolunu bırakmayalım.” Resulüllah (S.A.V.) değil kendi dostlarına, kendi düşmanına dahi beddua etmez, dua ederdi. Malumunuz Resulüllah (S.A.V.), Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza şehit olmuş, yine de : “Allah’ım o kavme hidayet ver. Onlar bilmiyorlar” diye duada bulunmuştur. Seyda’mız (k.s.) yine hepimize bir mesaj bırakmış ve vefatına yakın olarak da: “Eğer gerçekten siz kurtuluş yolu arıyorsanız Resulüllah’ın yolunda olun. Çünkü biz onunla müşerref olduk, şerefimizi ondan aldık” beyan buyurarak bu şekilde ikinci nimetin önemini ortaya koymuştur. Üçüncü nimeti Seyda’mız (k.s.), ahir zamanda az amelle çok kazanç elde edilebileceğini vurgulayarak çok kârlı ticareti ortaya koymuştur. Resulüllah (S.A.V.) demiş ki: “Ümmetim mezara gittiği zaman benim sünnetimi yapan, benim yolumu takip eden senin şehidin sayıldılar.” Yani az amelle, çok büyük kazanç olduğunu, Seyda’mız (k.s.) o bakımdan demiş. Bu zamana gelmemiz az bir amelle çok fazla kazanç yapıyoruz ve malumunuz kıtlık anında ne kadar ekmek kıymetli ise, şu zamandaki taat da o kadar kıymetlidir. O yüzden Seyda Hz.leri buna işaret etmiştir. Seyda (k.s.)’ın icazeti zamanında, Gavs’a (k.s.) hem vefa borcu hem de onun oğlu olarak ameli bitirmiş, seyr-i sülukunu tamamlamış ve sadatların işaretleri gelmiş, fakat Gavs’ın mürşidi olan Şah-ı Hazne’nin oğlu Şehabeddin’den birinci isteği, onun istişaresiyle oğluna halifelik vermekti. Sene 1968’de Şehabeddin köye gelmişti, biz de onun ziyaretine gittik. Gavs (k.s.) durumu Şehabeddin’e anlattı, böyle bir durum var diye. Şehabeddin oğlunu çağır gelsin görelim, öyle konuşalım. Gavs (k.s.) adam gönderdi. Seydamız geldi. Bir ikinci gün Seydamız kaldıktan sonra, Şehabettin şöyle buyurdu: “Bunun hakkı çoktan gelmiş. Bunu sen tehir etmişsin ve elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah ben Raşit’i gördüm. Meğer gözüm amcamda değil. Şu ana kadar ben amcamı çok düşünüyordum. Dedim ki, amcam yaşlıdır, eninde sonunda irtihal edecek. Acaba onun cemaati çok, müritleri çok, onun yerine bakacak birisi olacak mı? Sonra Raşit’i görünce, artık bilirim ki, sizden sonra da o işi devam edecek” dedi. Âlimlerin bir sözü var, kendinden sonra halife bırakan kişi ölmemiştir ve ümidimiz inşallah o kapı kıyamete kadar devam edecek. Gavs (k.s.)’ın vefatından sonra hem Gavs’ı elimde yıkadım hem de Seyda’mız (k.s.)’yi yıkadım. Fakat Gavs (k.s.) benim ilk mürşidim olduğu için, ağladım, üzüldüm, derken kendimi kaybetmiş oldum. O arada Seyda’mız geldi ve ben onu görünce toparlandım. Dedi ki: “Yahya, Cenabı Mevla (C.C.) hadisi kutside demiş: “Benim kazama rıza göstermeyen yerini talep etsin” onun için bizim yapacağımız bir şey yok.” Ondan sonra da Gavs (k.s.)’ın vefatında mezarı üzerinde herkes dehşetli bir halde, tabii bana Seydamız: “Bu benim babam değil, herkesin babasıydı. Fakat bu Allah’a kavuştu. Eğer siz bunun yaşamasını istiyorsanız, onun gittiği yolda devam edin, o yola girin.” Benim de tavsiyem, kim Seyda (k.s.)’yı seviyorsa onun yoluna devam etsin. Ve onun tuttuğu yola devam etmekle onu yaşatmış oluruz.”www.uctuğ.net, 29.01.2008