Powered By Blogger

18 Aralık 2009 Cuma

"NİZÂM-ÂLEM İÇİN KARDEŞ/EVLÂD KATLİ", "HUKUK İHLÂLİ" Mİ?


“NİZÂM-I ÂLEM İÇÜN KARDEŞ/EVLÂD KATLİ”, “HUKUK İHLÂLİ” Mİ?
Son yıllarda bazı “Titrisiz İslâmcı Mütefekkirler”, “Nizâm-ı Âlem” mefhumunu, “Osmanlı Devleti’nin ‘Statükosu’ ile eşleştirmeye ve “Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş/Evlâd Katli”ni ise “hukuk ihlâlleri”, “sapmalar” ve “devlet fetişizmi” olarak değerlendirip; “o günkü rejimlerin sorumlu olduğunu”, eserlerinde de yazmaya başladılar.
Sahiden “Nizâm-ı Âlem=Âlemin Nizâmı” için kardeş/evlâd katli”ni, basitçe , kolayca,“hukuk ihlâlleri”, “sapmalar” ve hattâ “devlet fetişizmi” olarak değerlendirebilir miyiz?
Bu suâle cevabı, “güzîde hukukçu”larımızdan olan Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ’ün, Doç.Dr. Said ÖZTÜRK ile beraber hazırlayıp, 1999’da yayınladıkları “Bilinmeyen Osmanlı”(*) isimli eserinden istifade ederek cevaplandıracağız.
Evvelâ “son” söyleyeceğimizi “baş”ta söyleyelim:”Nizâm-Âlem=Âlemin Nizâmı=Kamu/Millet Nizâmı=Devlet" uğruna” kardeş/evlad veya amca katli’nin yaşandığı “Devlet-i Aliyeyi Osmaniye/Büyük Osmanlı Devleti Tarihi”nde yaşanılan bu hâllere; basitçe ve kolayca “genellemeler” yaparak; “hukuk ihlâlleri, sapmalar veya devlet fetişizmi” olarak değerlendirmek; “mes’eleyi bilmemekten” kaynaklanan, “vulger/yüzeysel bakış” ve değerlendirmelerin ve “slogancılığın” bir neticesidir. Mes’ele “detaylıca, ayrıntılı” bir şekilde incelendiğinde, ne “hukuk ihlâli, ne sapma, ne de devlet fetişizmi”dir diyebiliriz.
Çok “güzîde” ve “tertemiz mefhumlarımız”dan olan “Nizâm-ı Âlem=Âlemin Nizâmı=Kamu/Millet Nizâmı” mefhumunun, bu şekilde “çağrıştırılması”, kabul edilebilir bir hâl değildir...
Bu sebeple, “Bilinmeyen Osmanlı”da da zikredildiği üzre, “bazı tarihçiler tarafından da, ‘Büyük Osmanlı Devleti’ndeki kardeş/evlad katli hadiselerini “vahşet” veya “saltanat uğruna insan katliamı” demek, “yanlış”tır.
Bu “yanlış” lığı, AKGÜNDÜZ ve ÖZTÜRK’, “Bilinmeyen Osmanlı” isimli eserlerinin 80-90 sayfalarında-lütfen sizlerde bu sayfaların orijinallerini okuyun- “detaylıca, ayrıntılı” bir şekilde açıklamaktadırlar.
Ancak, “yalancı şahitlerin , jurnalcilerin ihbarı ve iktidar hırsı, suistimaller vesaire” gibi sebeplerle tatbikatta gerçekleşen hâlleri; “zulmen idam, günah, kötü, yapanlar mes’uldur” diye değerlendirilebilir fakat “hukuk ihlâlleri, sapmalar ve devlet fetişizmi” olarak değerlendirilemez.(s.82,83)
“Osmanlı tatbikatında”, “Nizâm- ı Âlem=Âlemin Nizâmı için yapılan ‘katl”ler ise; Orhan Bey zamanında başlamıştır. “Orhan Bey istemese dahi, İslâm Hukukunda idam cesasıdır”(s.86) diye yazılan kısımda, “üç idam hadisesi” yaşanmış ve “devlete isyan suçunun cezası tatbik edilmiş.” Orhan Bey’in kardeşleri Halil ve İbrahim; oğlu Savcı Bey, “idam” edilmiş.(s.86)
Yıldırım Bayezid devrinde, “ilk defa siyaseten katl” veya “zulmen idam” yaşanmıştır. Kardeşi Yakub, “saltanat uğruna öldürülen ilk insan”(s.86) olmuştur.
Mehmed ÇELEBİ zamanında ise kardeşleri İsa ve Musa ve sonradan ortaya çıkan Mustafa ÇELEBİ “had cezası olan idam cezası ile cezalandırılmıştır.”(s.86)
Kanunî Sultan SÜLEYMAN, “rakipsiz sultan” olduğu için “kardeş katli mevzubahis olmamıştır”. Ancak Kanunî, kendi çocuklarının idamına karar veren bahtsız Padişahımızdır....”...Kanunî’nin yanıldıkları veya yanıltıldıkları bir vakıâdır.”(s.87)
Ve 1. Ahmed devrinde, “saltanat usûlünde ciddî bir değişiklik” ile “Osmanlı sülâlesinden en büyük olanının Padişah yapılması usûlü” ile “kardeş/evlad katli hadisesi tamamen ortadan kaldırılamamışsa da, gevşetmiş ve son derece azaltmıştır.”(s.87)
“...Zira Padişah istemese de bu ceza mukadderdir. Devlete isyan edenin cezası elbette ki idamdır.”(s.87)
Yine aynı eserde, Fatih Sultan Mehmed Han’ın, küçük yaştaki kardeşi “Şehzade Mehmed”i “Nizâm-ı Âlem için siyaseten katl müessesesine girecek” şekildeki uygulaması da, genişçe izah edilmiş.(s.88, 89)
Bilhassa “titrisiz İslâmcı Mütefekkir” Ali BULAÇ’ın, “İslam’dan korkmalı mıyız?”(**) isimli eserinde dillendirdiği; Nizâm-ı Âlem=Âlemin Nizâmı=Kamu/Millet Nizâmı=Devlet” için kardeş/evlad veya amca katlini, “hukuk ihlâli, sapma veya devlet fetişizmi” olarak veya uygulamaların tamamını“siyaseten katl vakıâları” olarak değerlendirmek “tartışılmalı”dır.
Şahsen bizler, böyle bir “tartışmaya” da katkı yaparak; “Nizâm-ı Âlem” mefhumu ile “hukuk ihlâlleri, sapmalar veya devlet fetişizmi”nin eşleştirilmesini, “çağrıştırılmasını” doğru bulmamaktayız.Hattâ “Osmanlı ‘nın Statükosu” diye de eşleştirilmesini doğru bir değerlendirme olarak kabul etmemekteyiz.
“Bir güzel ülküdür ,
Nizâm-ı Âlem”
17.12.09
İsmet GÜLTEKİN
İsmet_gultekin@mynet.com veya metgultekin@hotmail.com
Dip Notlar:
(*):Prof.Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ-Doç.Dr. Said ÖZTÜRK, “700. Yılında Bilinmeyen Osmanlı”, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayın. İst.1999
(**): Ali BULAÇ, “İslam’dan korkmalı mıyız?”, “Bütün eserleri-2”, 1. Basım, Çıra yayınları, Haziran 2009, İstanbul, s.34, 35, 36, 37, 38 ve 71. Sayfa ile 63-80 sayfaları arası.

12 Aralık 2009 Cumartesi

"İSLÂMCI MÜTEFEKKİR" RAHMETLİ NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN



"İSLÂMCI MÜTEFEKKİR" RAHMETLİ "NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN,
ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜ VESİLESİYLE YAZDIKLARI"NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...
Bilmem sizler de karşılaşıyor musunuz; "internet'te sörf" yaparken; "yepyeni" ve "ezber bozan bilgiler"i okuduğunuzda, heyecanlanıyor ve hop oturup, hop kalkıyor musunuz?
Geçenlerde bana öyle oldu:"Ayın Dergileri"ni "tık"ladığımda, "Anadolu ÇINAR Dergisi, Yıl.:5, Sayı.:51, Mayıs 2009, s.16"yı okuduğumda-demek ki yeni sayıları,Aralık 2009 sayısı çıkamamış-heyecanlandım ve âdeta yerinde duramaz olup, peşi peşine "çıktıları"nı aldım. Amma "puntolar" çok mini olduğundan, "rahatlıkla" okunmuyordu. "Allah'ın lütfu" denilebilecek bir "durumla" karşılamıştım âdeta...Hemen aklıma "google"dan malum cümleleri yazıp, başka "site"lerde de "mevcut" olduğunu gördüm ve okudum.
"26 Mayıs 1904"de İstanbul'da doğan "İslamcı Mütefekkir" rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK'i, hemen hemen hepimiz, "çok farklı algılamış", zihinlerimizde "çok farklı nakşedilmiş"ti. Halbuki biliyorduk, okumuştuk, "örtülü ödenek"ten "para almaları"nı!.."www.wikipedia.org"un da verdiği malumata göre, "Atatürk aleyhinde işlenen suçlar hakkındaki kanuna aykırı fiilinden dolayı 8 Temmuz 1981 tarihinde Atatürk'ün manevi şahsına hakaret suçundan hüküm giydi. Karar Yargıtay 9. ceza dairesi tarafından onaylandı.[11]
Davaya konu olan "Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" adlı kitabın mahkemenin bilirkişi olarak görevlendirdiği Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Başkanı Doç. Dr. Seçil Akgün tarafından herhangi bir suç unsuru teşkil etmediği rapor edilmiş ancak Necip Fazıl "Atatürk'e hakaret etmeye meyilli olmak" gerekçesiyle mahkûm edilmiştir.[12]"
Rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK,otuz dört yaşında iken; "ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜ VESİLESİYLE YAZDIKLARI"nda ise neler yazıyor ve ne gibi "değerlendirmeler" yapıyordu?
Atatürk'ün ölümünün 15.gününde yani 25 Kasım 1938'de yazılmış. "Ölümü, fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen bir sihirbaz edası" olarak tanımlamakta; "Ölüm Meleği" Azrail Aleyhisselamı ise; "Yaratıcının bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi" olarak belirtmekte.
"Bütün dünyada kıralına, anası kadar yanacak kimse yoktur" diye yazan rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK; "Atatürk'ün Ölümü"nü, "Her evin ölüsü olabilmiş kahraman" olarak tarif etmekte."Hiçbir Türk, kendini, Devlet Reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit edemezdi" diyen rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK; "Osmanlı İmparatorluğu yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur." demekte.
ATATÜRK'ü, birden fazla yerde, "Millî Kahraman" olarak tarif eden rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK; "Avrupa'nın bize en yabancı milletlerine kadar, heyetlerle, askerî kıt'alarla ve en büyük mümessillerle Ankara'ya koşmuş olması gösteriyor ki, Garp, ATATÜRK'ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır." diye de yazmakta.
ATATÜRK'ün "Türk'e, hem Türk'ü, hem de Avrupalı'yı inandırabildi" diyen rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK; ATATÜRK'ü, "Büyük Nikbin(İyimser) Kahramanlar" kategorisine dahil etmekte; "Bedbin(kötümser) kahraman" değil; "motive edici, müjdeleyici, ümid aşılayıcı, pozitif enerji salgılayıcı, iyimser, nikbin kahraman" diye tanımladığı ATATÜRK'ün; asla "Türk Milleti'nin esaret ve mahkumiyet altında yaşayacağına inanmadığını ; ve "koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramandı ATATÜRK", diye yazıyor.(Anadolu ÇINAR Dergisi, Yıl.:5, Sayı.:51, Mayıs 2009, s.16)
Rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK, bir şiirinin sonunda, "Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp" diye bitiriyor ve "Devrim Yılları Tartışmaları"na da "katkılar" yapıyordu..Ekseriyetimizin hafızalarına ise hep "aykırı", hep "standart dışı", hep "imalat hatası" olarak nakşedilen rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK, 34 yaşında iken bunları yazıyordu. Rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK, ne zaman Abdülhakim ARVASÎ(k.s.)'ye "intisap" etti diye düşünüyorsanız, otuz yaşlarında,yani 1934 yılında...(www.wikipedia.org)Demek ki, "ATATÜRK'ün ölümü vesilesiyle yazdıkları", "müntesipli" iken yazılmış!
"Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK", elbetteki "devletimizin kurucusu..." Her "zihniyet"in bir "Atatürk Portresi" var elbette...
"Ama Hangi Atatürk?"
12.12.09
İsmet GÜLTEKİN
ismet_gultekin@mynet.com

5 Kasım 2009 Perşembe

İKİ ESERİNDE HASAN BÜLENT KAHRAMAN'IN GÖRÜŞLERİ-2(SON)



İKİ ESERİNDE HASAN BÜLENT KAHRAMAN'IN GÖRÜŞLERİ-2(SON)
"AKP ve TÜRK SAĞI"(*)
(AKP'Yİ ANLAMA CEHDİ)
Kabaca "Solcu Siyaset Bilimci" de diyebileceğimiz Hasan Bülent KAHRAMAN'ın "en yeni" eserlerinden biri olan "AKP ve TÜRK SAĞI" isimli eserinde, bu seferde, bir "vakıa", bir "olgu" olan "Adalet ve Kalkınma Partisi"ni veya "AK PARTİ"yi "anlama cehdi"mizi ortaya koymak istiyoruz. "AKP'yi anlama cehdi"mizle "sathî" bakışlardan kurtularak, daha "derin" ve bir "perspektif" de kazanmayı amaçlıyoruz. Bu konuda KAHRAMAN'ın bahse konu eserinin, bir hayli "katkı" yapacağını da "tahmin" edebilirsiniz.
"AKP ve TÜRK SAĞI" isimli eserine, Şubat 2009'da, 2. Basım'a yazdığı "ÖNSÖZ"de, sahiden de bir hayli "veri"ler mevcut. Belki de "2.Basım'a ÖNSÖZ", tekrar tekrar okunmayı da gerektiriyor. Bilhassa da AKP'yi ortaya çıkaran "vetire'yi/süreç'i", iç dengeler"lerle "Türk Siyasî Yapısı"nı ve AKP'yi,"Türk Sağı" dediğimiz kavramın "öncü"sü, "lider"i yapan "farklılıklarını""2.Basım'a ÖNSÖZ"de, daha da iyi bir şekilde "anlamış" olacağız.
Kabaca "Solcu Siyaset Bilimci" dediğimiz, aslında "Marks'ın yaklaşımları"nı da hatırlatan "ideolojik öncelikli bakışları"ndan, bir "perspektif" kazanmakta mümkün değil, diye düşünebilirsiniz. Ancak, sahiden de" derin bir perspektifle" ve tabii "eleştirel" bir şekilde de olsa, "AKP'yi de anlamış" oluyorsunuz...
"Türk Sağı ve AKP" veya bu baskıda değiştirilmiş adı ile "AKP ve TÜRK SAĞI" cümleleri ile "2. Basım'a Önsöz"e başlayan Hasan Bülent KAHRAMAN, "Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'nde Recep Tayyip ERDOĞAN'ın 'aday olmayacağı öngörüsü'nün çıkması üzerine, basında 'ilgi odağı' hâline geldiğini de belirtiyor. "Marksizm'e dayanan bir metodolojinin kitabına da hakim olan metodoloji"(s.viii) olduğunu vurgulayan KAHRAMAN;"ERDOĞAN'ın niçin aday olmayacağı açıktı. Eğer ERDOĞAN adaylıkta direnseydi önünde bir engel olmayacaktı. Fakat bu defa AKP ortadan ikiye çatlayacaktı"(s.viii) demekte.Kitabının ilk baskısı ile(2007), ikinci baskısı arasında (2009) geçen süreçte "sayısız yeni oluşumlar"ların-22 Temmuz 2007 Seçimleri,Ordu-AKP ilişkisi ve nihayet AKP'ye açılan kapatma davası gibi(s.xiv)- ortaya çıktığını belirten KAHRAMAN, yine "Cumhurbaşkanlığı Seçimleri" ile ilgili gayet "ayrıntılı" bilgiler de vermekte. KAHRAMAN; "...Başlangıçtaki tasavvurun aksine ERDOĞAN aday olmayacağını açıklamıştır. Bu kaçınma ERDOĞAN'ın pragmatik bir siyasetçi olarak Başbakanlık gibi daha fonksiyonel bir aracı elinde tutma talebinden kaynaklanmaktadır. İkincisi, ERDOĞAN,bütün radikalizmle algılanışına ve geçmişine rağmen gene pragmatizmden kaynaklanan bazı esnekliklerin yanı sıra, parti içinde ilişkileri ve gelişimi itibariyle, daha metropoliten bir sermayeyi temsil etmektedir. Bu ister istemez kendisinin daha uzlaşmacı olmasına yol açmaktadır., ki o dönem de ERDOĞAN'ın uzlaşmacılığı, askerin istemediği bir adımı atmaması anlamına gelmekteydi."(s.xix)
Ekseriyetimizin belki de pek az bildiği bir "gerçeği";"...Cumhurbaşkanlığı için ERDOĞAN'ın daha 'ılımlı' ve sistem bakımından sembolik değeri çok önemli olan 'türbanlı eş'e sahip bulunmayan birisini aday yapmak istediği bugün bilinmektedir"(s.xv) diyen KAHRAMAN;"Ne var ki, tam bu noktada ortaya çok önemli bir gelişme çıkmıştır. Partinin içinde daha küçük sermayenin temsilcisi, dolayısıyla daha radikal bir tavır takınmaktan çekinmeyen bir kanat olarak belirmiş ARINÇ-GÜL ikilisi, sistemle uzlaşmaya dönük birisinin adaylığının kabul edilemeyeceğini kendisine bildirmiştir."(s.xv) demekte ve böyle bir durumda "...Partinin ideolojisindeki kaymayı ve 'sistemle bütünleşmeyi engelleyen bir hamledir. Bu hamle aynı zamanda parti içindeki küçük sermayenin önemi ve etkinliğini göstermektedir...Bu durum sistem iç krizine ve tıkanmasına yol açmıştır. Siyaset üreterek müdahalede bulunma imkânından yoksun sistem, bir kere daha benzeri bir yolu deneyerek, "27 Nisan e-muhtırası" olarak bilinen metni 'Genelkurmay Başkanlığı Sitesinde yayınlayarak karşı tavır almıştır."(s.xv) değerlendirmesini yapmakta.
22 Temmuz 2007 Erken Genel Seçimlerinde AKP'nin aldığı oy oranını Cumhurbaşkanlığı'nın halkın onaylaması diye gören Cumhuşbaşkanı GÜL ise ERDOĞAN'ın askerlerle yaptığı ve henüz yeterince açıklanması yapılmamış "Dolmabahçe Görüşmesi"ni çağrıştırırcasına ARINÇ-GÜL ikilisinin etkisini , kendilerine hatırlattıklarını da belirtmekte.(s.xvi,xvii)Belki de Başbakan'ın tamamiyle "askerlere ram" olmasının önünü kestiklerini hatırlatmaktalar...
"AKP'yi Türkiye'de sağ siyasetin sahip olduğu ana öncelik"(s.viii) olarak da tanımlayan KAHRAMAN; aynı zamanda 'Tarihî Blok'un Pasif Modernleşmesi'ne karşı, Aktif Modernleşmesi'nin de temsilcisi olarak görmekte. "Tarihî Blok"un 'halkı taşıyıcı bir eleman olarak dahi yer alamayacağı Pasif Modernleşmesi Modeli'nin , 1950 seçimleriyle kesintiye uğradığını (Pasif Modernleşme, Aktif Modernleşme gibi kavramları daha iyi algılamak için, yazımızın ilk bölümü de okunmalıdır.İnternet'ten kolayca ulaşılabilir...İ.G.)belirten KAHRAMAN; 1946 ve 1950 sonrası "Türk Siyaseti"nde yaşanılanların "AKP'nin anlaşılması bakımından da hayatî derecede önemlidir"(s.x) demekte ve eklemekte:"Çünkü AKP, bu oluşuma dahil olan üçüncü devrenin biçimlendirdiği bir gerçektir. Sözünü ettiğim üçüncü devre 1980 sonrasında ortaya çıkmaya başlamıştır."((s.xi)
"Anadolu burjuvazisinin/ Anadolu sermayesinin yeni bir güç kazanmaya başladığı gelişmeleri, 1980 sonrası ANAP'ın neo-liberal ve yeni-muhafazakâr/yeni sağ politikaları uygulamaları ile açıklayan KAHRAMAN; "Göç ve kentleşme olgu"sunun da bir sonucu olarak , aslında 1970'lerin ortalarında ilk kez kendisini göstermiş olan "İslamcı Siyasal Hareket"e kadar dayandırmakta.(s.xii) Ve 1970'lerdeki "Anadolu Sermayesi"nin rahmetli ÖZAL vesilesiyle "büyütüldüğü"nü de vurgulamakta. Ve böyle bir "vetirede/süreçte" gittikçe daha da "güçlenen" ve 1995'lerin ortalarında "İktidar"a giden "Siyasal İslam'ın/İslamcı Siyaset'in", "Tarihî Blok'u "ürküttüğü" ve neticede "28 Şubat Süreci" denilen "Post-Modern Darbe Süreci"nin başladığını belirtiyor.(s.xii)
"1995 Sonrası, Türkiye'de Siyasal İslam'la(/İslamcı Siyaset'le İ.G.) sistemin çatışma tarihi olarak belirlenebilir".(s.xii) tesbitini yapan KAHRAMAN; "...Önce RP'nin, sonra onun uzantısı olan FP'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının 'AKP'nin yeni bir siyasal parti olarak kurulmasına yol açmıştır'"(s.xiii) demekte...
"AKP'nin kuruluşu belli bir grup siyasetçinin siyasal hırsının sonucunda ortaya çıkmamıştır. Tam tersine, son derece önemli bazı toplumsal arayışların sonucunda doğmuştur AKP"(s.xiii) vurgusunu yapan Hasan Bülent KAHRAMAN;"Bu gerekçelerin en önde geleni, Anadolu'da yeşermiş, belli bir noktaya kadar güçlenmiş olan sermayenin kendisine yeni bir ivme noktası arayışıdır."(s.xii) demekte."AKP, Anadolu sermayesinin Türk siyasetinin en önemli zaaflarından birisi olan merkezi yönetimin elindeki rantlardan pay alma talep ve arayışının bir sonucudur."(s.xiii) tesbitini de yapan Hasan Bülent KAHRAMAN;"...Geliştirilebilir, genişletebilir ve küreselleşmenin etkisi altında devletin denetiminden bağımsız bir biçimde serpilmiş Anadolu sermayesinin bu defa devleti kontrol etmesi olarak yeniden tanımlanabilir. Bu aynı zamanda Anadolu sermayesi ile İstanbul sermayesi arasındaki zıtlaşmadır ve Anadolu sermayesi açıkca İstanbul sermayesinin kontrol ettiği rantları kendi hesabına aktarma hırs ve iştahı içindedir."(s.xiii) değerlendirmesini de yapmakta.
"Özellikle Necmettin ERBAKAN ve Kadrosu, devletle sürdürdükleri gerilimli ilişki nedeniyle bu konuda daha fazla işlevsel(/fonksiyonel İ.G.) olamayacağı anlaşılmış bir çevre meydana getirmektedir."(s.xiii) tesbiti ile KAHRAMAN; "İşte AKP bu noktada kurulur. Fakat AKP'de diğer partiler gibi kendi içinde homojen değildir. Bu partinin de 'nomenklatura'sı ve 'plebyen'leri(yani 'Kast Sistemi'ni çağrıştırıcı 'Kast'ları İ.G.) mevcuttur. Daha güçlü ve metropol çevrelerde etkin isimler ile daha zayıf ve metropele transfer olmak isteyen isimler biraradadır." (s.xiii) demekte.
"Bu merhalelerden sonra 'siyasetin sivil bir iradeye dayalı olarak yapılması ile sistem tarafından güdümlenen bir yapı ' tarafından yapılması arasındaki 'çatışma'nın ortaya çıkardığı 'AKP'ye kapatma davası'nda, bir fire ile, neredeyse Anayasa Mahkemesi Üyelerinin tamamınca,11' 10,'AKP'yi laiklik karşıtı hareketin odağı' sayılması fakat 'buna rağmen AKP'nin kapatılmaması'nın 'sistem'in AKP'ye duyduğu ihtiyaca' ve ' kapatılması ile doğacak başlıktan çekinmesi'ne bağlayan KAHRAMAN; "Bu konum, AKP'nin 'taşıyıcı ve modernleştirici', o arada da 'köprü' bir parti olmasını türettiğini ve 'AKP'nin âdeta moderatör bir parti' olarak; Anadolu sermayesi ile İstanbul sermayesi arasında ve göçerlerle kent yerleşikleri arasında, kırsal alanla metropol çeperler arasında "bir rol" aldığını(s.xvii) belirmekte. Ve "AKP,...'merkezdeki çevre'nin olduğu kadar , 'çevredeki merkez'in de dinamik partisidir. Sistem AKP'nin kapatılmasıyla doğacak boşluğun etkilerinden çekinmiştir."(s.xviii) demekte.
"AKP'nin "yoksulukla/fakirlikle" kurduğu ilişkinin 'farklılığı' da yani 'yoksulluğun/fakirliğin bulunduğu yerde hapsedilerek onarılması 'düşüncesinin de, neticede sistem tarafından gerekli görülen bir parti kimliğini kazanmasını"(s.xviii) sağladığını vurgulayan KAHRAMAN; ancak "AKP'nin 'laikliğin karşıtı hareketlerin odağı bir parti' olarak kabulü ve "vesayet" altına alınması', 'bir karşı hamle olarak' izleyen dönemde 'Ergenekon Davası'nın başlamasının da sebebi olmuştur"(s.xix) demekte.
Yine "sistem-AKP ilişkileri" babında, "TRT'de 'Kürtçe Yayınları'nın başlamasının, "sistem içi bir ittifak olmaksızın gerçekleştirilmesi imkânsız'(s.xx) diyen KAHRAMAN; "Bir taşıyıcı-moderatör parti olarak AKP'nin, 2001 sonrasında devreye girmiş olan tarımsal-kırsal nüfusun çözülüp metropole aktarılmasından doğacak sorunları halletmekteki işlevi, bugün sistemin o parti tarafından üretilen ideolojik perspektife nispeten, göz yummasını ve gerektiğinde taviz vermesini doğurmuştur."(s.xxii) da demekte.
"AKP'yi Türk Sağı'nın önüne koyan" Hasan Bülent KAHRAMAN; AKP'yi önce Türkiye'de genel anlamda sağın, daha sonra da özel olarak İslamî siyasetin içinde ele alıyor."(s.xxii) tesbitini yapan "kabaca Solcu Siyaset Bilimci" Hasan Bülent KAHRAMAN;" 1980'lerin demokratik ve ekonomik liberalizmine kadar sağ, yakın dönem Türk siyasetinin ana eksenidir."(s.xxiv) tesbitini de eklemekte.
"Türk Sağı'nın kültürel eksikliğini ve yetersizliğini"(s.xxv) de vurgulayan Hasan Bülent KAHRAMAN; "Türk Sağı'nın ve Türk Muhafazakârlığının 'Pozitivist bir modelle kurgulandığı' " iddiasını da dile getirmekte.
Hasan Bülent KAHRAMAN kitabının adı da olan "AKP ve TÜRK SAĞI", "Söyleşi/Röportaj", "soru-cevap" şeklinde şekilenmektedir. "Adalet ve Kalkınma Partisi'ni, 1950'ler DP'si ile özdeşleştirme, benzeştirme ile ilgili konulara; öncelikle "yer kayma teorisi" dediği 'bir toplum ansızın hiç beklenmeyen bir partiye kitlesel olarak oy verebilir' izahatı ile "AKP'nin aldığı sonucu çok uzun bir tarihsel birikimin şimdiki ve şimdilik sonucu diye görmekten yanayım"(s.2) şeklinde cevaplamakta ve "Bu hareket daha kendi içinde evrilecektir ve öngördüğümüz veya öngöremediğimiz bir yöne yönelecek, orada da yeni sonuçlar doğuracaktır."(s.2) demekte. "Türk Sağı'nın otoriteryenliğini veya başka bir şekildeki anlamı ile baskıcılığı, dayatmacılığı" ile ilgili olarak da, "Benim temel iddiam, sağın hiçbir zaman reel demokratik bir bilinç taşımamaktatır."(s.10) dese de, eserinin bir yerinde, "AKP'ye totaliter demek saçmadır" da demekte. DP'nin de, AP'nin de, ANAP'ın da ve nihayet Adalet ve Kalkınma Partisi'nde "böyle olduğu" iddiasını dile getirmektedir. (s.10)
Eserinin "1950 Seçimleri ve DP İktidarı: AKP'nin İlk Kaynağı" ismini verdiği "Birinci Bölüm"de, Demokratik Parti'nin ortaya çıkış şartlarını ve 1950'deki "zaferi"ni ve Türkiye'yi yönetmeye başlayan "kadrolar"ın , "yeni bürokrasi"nin Amerika'da eğitilmelerine, 'taşra burjuvazisi'nin gelişimine kadar, "ayrıntılı" açıklamalar yapmakta.Ki, bizler bu "görüşleri"ni yazımızın birinci bölümünde genişçe bahsetmiştik.
Yine "İslamî Cumhuriyet'in 'Öteki'si ismini verdiği "İkinci Bölüm"de ise "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran asıl kadronun 'Pozitivist' zihniyetli olduğunu, o dönemin 'burjuvazisi'nin de düşüncesinin 'Pozitivizm' olduğunu, "Bilimden başka birşeye inanmayanlar, burjuvalar, dini(/tabiki İslam'ı) paranteze almakta, ötelemekte, ikincil hâle getirmekte ve onun yerine -'Bilim Dini de denilen Pozitivizm'i-kaçınılmaz bir şekilde bilimsel düşünmeyi veya bilimin doğrudan doğruya kendisini geçirme kaygısını gütmektedirler."(s.23) tesbitlerini yapmakta, 'Cumhuriyet İdaresi dinin (/tabiki İslam'ın) 'kamusal alan'da görünür olmasını engellemiştir, bu bir gerçektir."(s.25) de demektedir. Bu açıklamalarında bize 'ilginç' gelebilecek bir başka 'görüş ve tesbiti' ise 1950'de DP'nin "Doğu ve Güneydoğu taşrasından 'oy' alamadığı; DP'nin en yüksek oy aldığı yerler arasında Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun olmadığı'"(s.31) gerçeğidir...
"Laiklik: Burjuvazinin Siyasal İktidar Aracı" dediği "Üçüncü Bölüm" de ise Hasan Bülent KAHRAMAN; "İslam-Siyaset" konusunda "çok net" görüşler sarfetmekte:"İslam,...siyasetten asla bağımsız olmamıştır; tam tersine, İslam bir siyaset üretme aracı, yöntemi olarak kendini vazetmiştir...Cami siyasetin sokulamayacağı bir yer değildir; tam tersine, cami, siyasetin bizatihi yapıldığı, üretildiği bir yerdir. Çünkü birçok siyaset teorisyeninin de ortaya koyduğu gibi, siyaset esas itibarı ile iki insanın bir araya geldiği yerde başlayan bir husustur."(s.33) demekte.KAHRAMAN, 'literatüre' göre de 'İslam'ın bir tür Sosyalizm olduğu kabulünü'(s.33) de dile getirmekte.
Bu kısımda ve eserinde, "Laikliği, dünyayı dünyanın bilgileriyle açıklamak; bu açıklamayı yapacak toplumsal ve zihnî varlığı yaratma çabası"(s.37) şeklinde tanımlayan KAHRAMAN; "Türkiye'de, ta 1839'lardan beri bir "değişme iradesi"nin olduğu"(s.40) vurgusunu yapmakta ve bilhassa 1950'lere kadar belirgince süren 'Modernite Paradoksu' nu da hatırlatmakta.(s.55)
"Darbelerden CHP-MSP Koalisyonuna ve MC Hükümetlerine" isimli "Dördüncü Bölüm"de ise "AKP'nin Dayandığı Tarihî Miras ve Darbeler" hakkında genişçe görüşlerini açıklayan KAHRAMAN; belki de "ilk defa" "Millî Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi ve AKP" olarak teşekkül edecek hareket"(s.62,63) cümlesi ile "Yakın dönem tarihinde ilk meşru, örgütlü ve hükümet düzeyinde etkin İslamî Hareket, Millî Selamet Partisi'dir. Bugünkü AKP'nin de atası olan MSP, özünde büyük sermayeye karşı taşra sermayesinin kontrolünde olan ve onu savunmak adına ortaya çıkmış bir kuvvettir."(s.69) açıklamaları ile "AKP'nin atası olan MSP" tesbitini yapmakta. Ve yine çok azımızın düşünmüş olabileceği bir tesbiti; "CHP'nin de, MSP'nin de, aslında 'çevre'nin partileri' olarak 1977'de koalisyon yaptığı gerçeği.(s.70,71) bir hayli 'ilginç..."CHP, metropolitan çevrenin partisi de olsa...(s.77), bir daha asla "çevre" nin partisi olamamıştır, şeklindeki görüşleri...(s.77)
Ve müstakil/ayrı bir yazımızda ele aldığımız sayfalardaki görüşleri:"Meğerse, bir zamanlar "Akıncılara, Akıncı Gençliğe de, 'Sokaklara Dökülmeyin!' Çağrıları Yapılıyormuş "...(İnternet'ten okuyabilirsiniz.)
"AKP ve TÜRK SAĞI" isimli eserinin "12 Eylül Faşizmi ve Türkiye'de İslam'ın Siyasallaşması" başlıklı "Beşinci Bölüm"de ise KAHRAMAN; "Devlet 1980'ten itibaren çok uzun süre, sistemli bir şekilde dini kontrol altında tutmaya çalışırken, kaba bir bakışla söylecek olursak, bugün din devleti kontrol altına almıştır."(s.106) tesbitini yapmakta. 1980 sonrası Türkiye'mizde ve tabi dünyada yaşanılan 'sosyal dönüşümler' sonrası, "12 Eylül Mantığı"nın 'sosyal katmanları ve siyasî hayatı söndürmek ve devre dışı bırakmak "(s.111) gibi niyet ve uygulamaları da 'tutmamış', "İslam, daha da siyasî İslam" hâline gelmiş; hatta öyle ki "devlete muhtaç olmayan Anadolu burjuvazisi bile ortaya çıkmıştır."(s.117) demekte.
Hasan Bülent KAHRAMAN eserinin "AKP'ye Doğru: İslamî Sermayenin Yükselişi ve Lümpenleşme olgusu" başlıklı "Altıncı Bölüm"de ise bilhassa "AKP'nin ideoloji üretemediğini , "kimlik siyaseti" uygulayan parti hâline gelemediği, hatta "partileşemediğini" de vurguluyor.(s.124, 127) KAHRAMAN; "AKP işbaşına geldikten sonra kendisini toparlayabildi mi, toparlayama dı?, suâlini;"Bana kalırsa toparlayamadı.Çünkü AKP kendisine ideoloji üretemedi. Yayınlamış olduğu liberal muhafazakârlık tezi, AKP'ye bir ideoloji oluşturmaya yetmedi. Çünkü bu tezin bir ideoloji olabilmesi için toplumsal bir karşılığının bulunması gerekir. Halbuki bugün kitleler nezdinde veya Türkiye ölçeğinde 'liberal muhafazakârlık' tezinin bir karşılığı yoktur. İddialı bir şey söyleyeyim, 'milliyetçi-mukaddesatçı' lafının bir karşılığı vardır, ama 'liberal muhafazakâr ' tezinin Türkiye'de kitlesel karşılığı bulunmamaktadır....Bu eksiklik AKP'nin partileşme sürecindeki en büyük engelini teşkil ediyor."(s.124)
Kaldı ki, "uyduruk muhafazakâr demokrat" lafı ile nasıl "ideoloji" üretebilsin ve neticede "kimlik siyaseti" de yapan bir "AKP hâline" gelebilsin ki?
"Devlet'le uzlaşmayı tercih eden AKP kadrolarının, sosyo-kültürel olarak İslam'la ilişkilerini korusalar da, "siyasal düzlemde" "ideolojik" olarak siyasî İslam'la bağını koparmıştı."(s.125) tesbitini yapan KAHRAMAN; "AKP'nin ideolojik planda 'siyasî düzlemde' İslam'la olan irtibatını kurmaması, partileşmesini de engellemektedir."(s.127) demekte. Ve nihayetinde "bütün bunlara rağmen AKP nedir?" suâlini ise; "AKP İktidarı, Türkiye'de siyasetinin tüketilmesinin-'12 Eylül Mantığı'nı hatırlatıyor İ.G.- yarattığı çaresizliğin sembolüdür."(s.127) tesbitini yapmakta.
"AKP İktidarı:Türkiye'de İslamileşme" başlıklı eserinin "Yedinci Bölüm"ünde ise KAHRAMAN, AKP'nin ortaya çıkış aşamasında Recep Tayyip ERDOĞAN'ın yaptığı "farklı katkı"ya dikkat çekmekte ve "Recep Tayyip ERDOĞAN zaten AKP'de yoktu. AKP'de mevcuttu amma yasaklar sebebiyle AKP'nin bünyesinde yer almıyordu....AKP'yi Fazilet Partisi'nden kopartan hareketi ERDOĞAN hazırlamamıştı. Abdullah GÜL ile arkasında yer alan kadroydu o hareketi oluşturan. Dolayısiyle Recep Tayyip ERDOĞAN başlangıçta bizim siyasal kültürümüzün çok sevdiği mazlum tipolojisini benimseyerek ve kendini onunla özdeşleştirerek AKP'ye bir kuvvet getirmiştir...ERDOĞAN kendi karizmasından gelen bir katkı sağlamıştır."(140) Türkiye'de "12 Eylül Mantığı"nın da zorladığı, "sert çekirdekli bir ideolojinin artık söz konusu olmadığı bir siyasal düzlemde, rant ilişkilerinin, ekonomik çıkar ilişkilerinin ön plana geçtiğini"(s.140,141) vurgulayan KAHRAMAN; "1983'ten beri kitlelerin,"Hangi iktidar benim ekonomik çıkarımı meşru veya gayr-ı meşru olarak azamiye çıkaracak?" sorusu ile sandıklara gittiklerini de (s.141) belirtmekte. İşte kitlelerdeki bu oynaklık, "yer kayma teorisi" gereği de, "AKP'yi İktidar yapmıştır."(s.141) tesbitini yapan KAHRAMAN; "AKP şu ya da bu sebepten ötürü bu kitlelerle olan çıkar ilişkisi bağını kurabildiği ve koruyabildiği ölçüde, değil Recep Tayyip ERDOĞAN, başında kim olursa olsun, iktidarını sürdürür."(s.142) tesbitini de yapmakta. Ve "Ama bu bağda herhangi bir kopma meydana gelmişse, yine değil Recep Tayyip ERDOĞAN, başında kim olursa olsun, daha fazla iktidarını devam ettiremez."(s.142) demekte..
"Parti'leri 'Parti yapan' hususun 'ideolojik enstrüman'ın ' değil ; artık 'ekonomik-siyasal enstrüman' olduğunu"(s.142) vurgulayan Hasan Bülent KAHRAMAN; "AKP iktidarlarının yerel yönetimlerden hazırlanmış ve yerel yönetimlerden doğmuş iktidar."(s.143) tesbitini de yapmakta.
"28 Şubat Post-Modern Darbesi"ni hazırlayan Erbakan Hoca'nın "çok uç, çok fevrî, çok düşüncesiz söylem ve eylem hataları"nın aslında demek istediğinin, "Türkiye'de siyasal İslam/İslamcı siyaset "devlete kafa tutabilecek" kerteye gelmiştir."(s.144,145) 'mesaj'ını da verdiğini ancak AKP'nin böyle bir "yanlış"a düşmemeye de itina ettiğini; bu sebeple "kandan söz eden, gitgide kemikleşen ve doğmatikleşen bir siyasal İslam'a karşı daha yumuşak bir modelin, bir 'sönümleyici' olarak benimsendiğini de (s.145) vurgulamakta.
"Türkiye'de siyaset yapılmıştır. Türkiye'de hiç bir zaman (siyaset) üretilmemiştir."(s.174) diyen Hasan Bülent KAHRAMAN; "Siyaset hiçbir zaman entellektüel bir faaliyet olarak düşünülmemiştir."(s.174) vurgusunu da yapmakta.
Eserinin "Sokaktaki İnsanın Militer Refleksi ve AKP'nin 'Meçhul'le Dansı" başlıklı "Sekizinci" ve "Son Bölüm"ünde ise "AKP'nin bütünüyle sistemin bir partisi olma noktasına ulaşmıştır."(s.181) tesbitini yapmakta ve "Bundan sonra AKP'nin başına gelenler, sisteme teslim olan bütün partilerin başına gelmiş olan şeydir... AKP'nin bir kere daha kendi içinde bölünmesidir.Öyle sanıyorum ki, bundan sonra çok uzun süredir üstünde çalışılan bir proje olan sağın yeniden inşaası meselesi, AKP'nin içinden çıkacak bir kuvvetle olur."(s.181,182) öngörüsünü de dile getirmekte...
Bir "vakıa", bir "olgu" olan "AKP"yi "anlama"lı, "sathî bakışlar" dan kurtulunmalı ve yaşadığımız dönemi de doğru tahlil etmeliyiz...
04.11.09,Çarşamba
İsmet GÜLTEKİN
ismet_gultekin@mynet.com veya metgultekin@hotmail.com
(*):Hasan Bülent KAHRAMAN,"AKP ve TÜRK SAĞI", Güncel Siyasî Meseleler, Söyleşi: Recep YENER, 2. Basım, Agora Kitaplığı, Mart 2009, İstanbul

3 Kasım 2009 Salı

İKİ ESERİNDE HASAN BÜLENT KAHRAMAN'IN GÖRÜŞLERİ-1



İKİ ESERİNDE
HASAN BÜLENT KAHRAMAN'IN GÖRÜŞLERİ-1
"TÜRK SİYASETİNİN YAPISAL ANALİZİ-1
Kavramlar-Kuramlar-Kurumlar"(*)
(Türk Modernleşmesini Anlama Cehdi)
Genelde "modernleşme"yi, özelde ise "Osmanlı-Cumhuriyet veya Türk Modernleşmesi"ni "anlama"mıza yardımcı olacak bir eser:"Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1 Kavramlar-Kuramlar-Kurumlar" Hâlen "Radikal" gazetesinde "köşe yazarlığı" da yapan "solcu siyaset bilimci "Hasan Bülent KAHRAMAN'ın "3 cilt"lik eserinin ilki."1950-1980" yılları arasını kapsayan "2.cilt"i ile "1980-2010" yılları arasını kapsayan "3.cilt" ise yayınlanacak...
Hemen belirtelim ki, gerek bu eserinde, gerekse "iki eserinde" dediğimiz "AKP ve TÜRK SAĞI"(**) isimli eserinde, yaptığı tahliller/analizler, zaman zaman, 2000'leri de aşıp, 2007'ler Türkiyesi'ni de bulup, 2010'lar Türkiyesi'ne uzanmakta...
"Türk Modernleşmesi'nin siyasal boyutu" veya "siyasal/siyasî modernleşme", başlıkta zikrettiğimiz eserinin "esas konusu." Hasan Bülent KAHRAMAN, "Modernleşme"yi,şöyle tanımlamakta:"Siyasal(/Siyasî İ.G.) planda modernleşme, devletin ontolojik varlığının din öncelikli ve aşkınsalcı bir anlayışla bütünleştiği, insanın toplumsal bir çekirdek, belirleyici bir özne olma aşamasına henüz erişemediği bir dönemden, devletin bir sözleşme çercevesi içinde aşkınsalcı anlamının sınırlandığı, yurttaş kavramının anayasal haklar temelinde belirleyici nitelik kazandığı ve dinin seküler bir anlayışla iç içe geçip mutlak belirleyici gücünü kaybettiği bir döneme geçilmesidir."(s.x)
Ve böyle bir "modernleşme"nin "başka unsurları"nın ise; "çok partili siyasal(/siyasî) sistem, seçimlere dayalı parlamenter yapı, muhalefetin ve düşünce açıklama özgürlüğünün vazgeçilmez bir ilke olarak beninsenmesi,...çoğulcu, çoklu kültürel yapılara dayalı bir sistem."(s.x)
'Batı siyasî modernleşmesi' ile 'Osmanlı siyasî modernleşmesi'ni karşılaştıran Hasan Bülent KAHRAMAN;"Batı siyasî modernleşmesi, 4 önemli olgunun tarihî plandaki foksiyonuna bağlıdır.
a)Burjuvazinin gelişimi.
b)Toplumsal sözleşme kavramının ortaya çıkışı.
c)Laikliğin oluşması.
d)Çoğulcu demokratik parlamenter sistemin işlev(/fonksiyon) kazanmasıdır".(s.x)demekte ve 'Osmanlı siyasî modernleşmesi'nin ise 1839'lardan itibaren "Batılı sisteme geçilmesi çabası" olarak değerlendirmekte.(s.xi)Ve "Sened-i İttifak" ile ayan-burjuvazi, merkezi otorite-devlet etkileşimi; "Tanzimat Fermanı" ile toplumsal sözleşme; "1.Meşrutiyet"le parlamenter monarşi; "2.Meşrutiyet"le materyalizm-kısmî sekülerleşme, yurttaş kavramı"nın ortaya çıktığını vurgulamakta.(s.xi)
Hasan Bülent KAHRAMAN, eserinin "Önsöz"ünde, "Batılı sisteme geçişin düğüm noktası, 2. Meşrutiyet'tir." demekte ve 'materyalist-seküler oluşumu' yahut 'pozitivist-laik anlayışı', "dünyayı dünyanın bilgileriyle açıklama" olarak tanımlamakta.(s.xi)
KAHRAMAN, 1908-1918 yılları arasında çok sayıda "siyasî düşünce akımları"nın serpilip geliştiğini, 'Cumhuriyet' yahut 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ise 'Garpçılık, İslamcılık ve Milliyetçilik akımları'nın bir 'sentezi' ve 'karışması' olarak ortaya çıkmıştır demek istemekte. Yani 'Üç Tarz-ı Siyaset:Garpçılık, İslamcılık ve Milliyetçilik."(s.xi)
Hasan Bülent KAHRAMAN, bu eserinin temel mevzusunun;'1923-1950, 27 yıllık dönemde, 'demokrasi'nin 'kurum' olarak da bulunmadığı bir zaman diliminde, yeni bir sistem inşa edilirken; Cumhuriyet'in getirdiği, 'bir siyasî modernleşme projesi'nden ziyade,'hukukî-kültürel dönüşüm'ün ; 'Tarihsel Blok(/Tarihî Blok İ.G.) aracılığı ile gerçekleştiğidir, yani 'Ordu+Aydınlar+Bürokratlar' aracılığı ile.(s.xii)
Hasan Bülent KAHRAMAN'a göre, bu eserinin de ikinci temel tezi olan; 'Tarihî Blok'un gerçekleştirdiği bu hukukî-kültürel dönüşüm' veya 'yeni sistem, 1950'de kırılmıştır." 1950 sonrası 'aktif modernleşme'nin ortaya çıkışı; siyasî muhalefet , genel oy(gizli oy, açık sayım), egemenlik ve gelenek=din/İslam'(s.xiii) Yani '1923-1950' "Pasif Modernleşme"nin yerini 1950'den sonra "Aktif Modernleşme"nin alması. İşte bu noktada sorulması gerekli suâl şu: 'Pasif Modernleşme'den 'Aktif Modernleşme'ye geçilirken; zamanın 'Süper Devleti'nin de yönlendirmesi ile bazı 'mutabakatlar' yapıldığı-"Yanlış Cumhuriyet" kitabı- ve 'dış şartlar, konjonktür icabı, istemeye istemeye, gönülsüzce geçilen bir 'demokrasi' sözkonusu değil midir?
Ve Hasan Bülent KAHRAMAN, bu eserinin temel üçüncü tezi olarak ise 'artık Türk siyasî yapısının 'merkez-çevre' anlayışı ile açıklanamayacağı, çünkü çok komplike değişim ve dönüşümlerin yaşandığı, bu kavramlar yerine 'merkez'deki çevre', 'çevre'deki merkez', 'coğrafî merkez/çevre; siyasî merkez/çevre' gibi kavramların kullanılmasının elzem olduğunu belirtiyor.(s.xiv)
KAHRAMAN; yine eserinin 'Önsöz'ünde, 'Osmanlı Türk Siyasî Modernleşmesi'nin 'devlet olgusu'na; 'Batı Siyasî Modernleşmesi'ne nazaran, daha fazla ehemmiyet verildiğini; esasında 'modernleşmenin de, siyasî modernleşmenin de 'kurucu unsuru'nun 'DEVLET' olduğunu; 'Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleşmeleri'nde, asıl 'Devlet Nasıl Kurtarılır?' suâline cevaplar arandığını vurgulamaktadır.(s.xiv)
BATI MODERNLEŞMESİ-TÜRK MODERNLEŞMESİ
Hasan Bülent KAHRAMAN, eserinin 'Türk Siyasal Modernleşmesi, Kavramı ve Kurucu Dinamikleri" bölümünde ise Osmanlı'da modernleşmenin, 'Batı'yı izlemeye başladığı' yüzyıl olan 16. yüzyıla kadar götürülebileceğini hatırlatmakta.(s.4) 'Batı'yı izlemeye başlaması ile gerilemesini durduracak çareler araması ile Osmanlı'da 'Modernleşme' de başlamıştır, hatırlatması yapan KAHRAMAN; "Türk Modernleşmesi'nin 'farklılığı'nı, 'özgün'lüğünü ise şöyle belirtmekte:"Türk Modernleşmesi, elit merkezli, yukarıdan aşağıya inen, hiyerarşik bir yapıya sahip, devlet odaklı, kurtarıcılık misyonu içeren, toplumsal iç refahın sağlanması ve toplumsal iyinin yaratılmasından çok, ülkenin dış ilişkilerindeki konumunu güçlendirmeyi öngören, bürokratik ağırlıklı bir anlayışa dayalıdır."(s.4,5) Yani 'kontrollü bir modernleşme...'(s.5)"...Zamanın akışına bırakılan bir olgu...doğal değişim..."(s.5)
'Türk Modernleşmesi'nin kaynağı ise 1789 Fransız Devrimi'ni anlama çabası ile 3. Selim ile başlamıştır, diyen ve 1839 Gülhane Fermanı ile Osmanlı âdeta 'dışarıyla(/Batı ile) bütünleşmektedir.' KAHRAMAN'ın da vurguladığı üzre,"Türk Modernleşmesi'nin hiçbir zaman kendi kendisini üreten bir süreç olduğu düşünülmemelidir....Batı'nın müdahalesi ve Batı'yla sürdürülen iletişimin sonucu...Batı'yla kurulan gündelik iletişimin,bir düşünce sisteminin diğer bir kültüre ve sosyal yapıya aktarılması üstündeki etkisidir..."(s.9)
Hasan Bülent KAHRAMAN'a göre 1876'da bir parlamento'nun kurulması, bir Anayasa'nın ilan edilmesi, 'çok önemli gelişmelerdi.'(s.10)'Türk siyasî modernleşmesinin bir özelliği de; Türk Modernleşmesi'nin bir elit çekirdeğin yönlendirilmesine bağlanmasıdır. " Ve bu 'elit çekirdeğin fonksiyonu ise şunlardır:
"1) ...Modernleşmenin temel tanımları elitler tarafından yapılır.
2)...Modernleşmenin gerçekleştirilmesi bir grup öncünün iradesi dahilindedir...
3) ...İttifak ortakları aramaları...Siyasî kadrolar...Ordu..."(s.11)
Hasan Bülent KAHRAMAN, 18. yüzyılın sonunda ve bütün 19. yüzyıl boyunca Osmanlı'nın Batı'daki düşünce ve siyasî hareketlerden etkilenmesini ise maddeler hâlinde açıklanabilmekte: "1) ...İmparatorluk fizik olarak çözülmektedir...Batı sürekli güçlenmektedir.
2) 1789 Fransız Devrimi'nin Batı toplumlarında meydana getirdiği değişim.
3) ...Batı kapitalizm'in yeni bir sıçrama yaptığı dönem.
4) Çare: Kurumsal yenilenmeler...
5) 2. Abdülhamid Dönemi ile 'erken burjuvazi'nin oluşması."(s.18, 19)
Yani "Osmanlı Modernleşmesini hazırlayan dış dinamiklerdir."(s.19)'Modernleşmeden ziyade modernleştirici iradenin ortaya çıkması...'(s.19)
Hasan Bülent KAHRAMAN, eserinde yine 'Modernleşme'yi , "Bir anlamda bürokrasinin de 'farkına' vardığı, yaşanmasını zorunlu gördüğü bir değişim/dönüşüm"(s.28) olarak tanımlarken;'Türk Modernleşmesi'ni ise ,"Haklar(hukuk) temelinde düşünülmüş, hukukî bir dönüşümü öngörmüş, sınıfsal bir temelden yoksun amma metinsel bir bilgiye dayalı ideolojik olmaktan çok, ütopik bir çıkış'(s.28) olarak tanımlamakta.
'Osmanlı Modernleşmesi'nin 'motoru' olan Namık Kemal, Ziya Paşa gibi 'Osmanlı Aydınları'; 'Fransız Romantizmi' d e denilen 'etkilenmeler'le, 'vatan, millet' gibi kavramları dillendirirken; bir kısım 'Osmanlı Aydınları' da,-Ahmet Rıza kuşağı gibi- "bilim dini" de denilen 'evrim temeli üstüne oturan ve adına da Pozitivizm denilen 'zihniyet'le, 'Osmanlı toplumsal dönüşümüne' "öncülük" yapmaktaydılar.(s.30, 31)
Yani millîlik, maneviyatçılık, pozitivizm,materyalizm...
Ve neticede KAHRAMAN'ın da vurguladığı üzre,'Osmanlı Modernleşmesi'ne 'öncülük' eden 'siyasî görüşler'i, üç başlıkta toplayabiliriz:"1) Sosyal Darwinizm. Toplumun gelişimini, dönüşümünü bir süreklilik ve çizgisellik içinde tasvir eder.
2) Muhafazakâr anlayış: Dinin toplumsal rolünü ihmal etmeyen, tersine, onu ilerleme düşüncesinin kaynağında bir yere yerleştirmeyi öngörür.
3) Radikal kopuş anlayışı: Elitist modelin beninsenmesi, radikal ihtilal düşüncesi."(s.36)
KAHRAMAN, 'Modernleşme'mizin, ilk başlarda, 'Sosyal Darwinist' bir 'zihniyet'le başladığını, zamanla 'Materyalizm'e kaydığını, hattâ 'Radikal Kopuş'u temsil eden üçüncü aşamada ise 'halk'ımızın, 'millet'imizin bir 'sürü' olarak görüldüğü ve böylece "hem din'i devre dışı bırakan", hem de 'bilim dini' ile yola devam eden bir anlayışla 'Cumhuriyet Modernleşmesi'ne geçildiğini hatırlatıyor.(s.38,39,40)
TÜRKİYE'DE TARİHÎ BLOK OLGUSU
Hasan Bülent KAHRAMAN, eserinin 'Türkiye'de 'Tarihsel Blok Olgusu' başlıklı kısmında ise 'ideoloji' olarak 'modernleşme'ye bakışı, 'modern', 'modernite' kavramını ve yine 'Batı Modernleşmesi' ile 'Türk Modernleşmesi' arasındaki 'farklara' eklenecek tesbitler ile 'kurtarıcılık', 'Kameralizm' kavramları ile 'Batı Burjuvazisi' ile 'Osmanlı Burjuvazisi'nden dem vurmakta. Ve bu kısmın sonunda 'ideolojik tercihi'ni yansıtan, Marks, Hegel, Darwinizm, Lenin ve Pozitivizm'den bir hayli bahsetmektedir...
'Modern' kavramının ilk defa 'Romalılar' tarafından kullanılan bir kelime olduğunu belirten KAHRAMAN; 'Hıristiyanlığı benimseyen Romalılar'anlamında kendilerine 'Modern'; kabul etmeyen Romalılara ise 'Pagan' denildiğini hatırlatmakta. "Batı modernitesi modernleşmeyi kendi içinden çıkan, başka toplumlarda örneği görülmeyen, salt Batı'ya özgü bir gerçeklik ve gelişme olarak benimsenmiştir. Öteki toplumlar ancak Batı tarafından modernleştirilebilirler..."(s.47) tesbitini yapan KAHRAMAN, 'Türk Modernleşmesi'nin Batı Modeli'ne dayandığını, Türkiye'deki modernleştiricilerin 'öz-oryantalistler' olduğunu ve Türk modernleşmesinin 'atılımcı' ve 'devrimci' olduğu "(s.48) vugusunu da yapmakta. 'Türk Modernleşmesi'nde, 'devlet-toplum' ve 'yönetim-siyaset çatışmaları'nın yaşandığını belirten KAHRAMAN; 'Türk siyasî modernleşmesi, Selçuklu-Osmanlı çizgisi itibari ile 'devlet öncelikli', 'devlet merkezli' iken; 'Batı Modernleşmesi'nde ise 'Toplum öncelikli, toplum merkezli' tesbitini de yapmakta.(s.52)
Bu babdan olmak üzere 'kurtarılması gereken sadece devlettir. Söz konusu ola kurtarıcılık bilinci, devlet odaklıdır...Devlet'in dönüştürülmesi.....'ifadeleri ile 'kurtarıcılık' kavramını açıklayan KAHRAMAN; 'Kameralizm' kavramını ise 'Devlet'in hazinesini, gelirini arttırma düşüncesi' olarak tanımlamakta.(s.53) Ve 'devlet'in bekâsı ile devlet'in kurtarılmasının aynı anlamda kullanılması.
"Bürokrasi seçkinleriyle, asker seçkinlerin, devletin ayakta kalması amacında birleşmesi, ...aslında seçkinlerin ideolojik tercihleriyle askerin eylemsel önceliği birleşmiştir."(s.54) tesbitini yapan KAHRAMAN, 'Bu, Türk siyasî modernleşmesinin kırılma noktasını meydana getirdiği gibi, onu kendisine ait özgül tarihin geçmişine bağlıdır."(s.54) demekte. Ve böyle bir düşüncenin de 'Pozitivizm' ile örtüştüğünü ifade etmekte.(s.54) Ve eserinin ileriki sayfalarında ve "AKP ve Türk Sağı" isimli eserinde de, zaman zaman zikrettiği üzre, 'Tarihî Blok,Ordu+Bürokrasi+Aydınlar'dan meydana gelen bir 'blok.'
BATI BURJUVAZİSİ-OSMANLI BURJUVAZİSİ
'Burjuvazi'nin bir 'sermaye hareketi' olduğunu ve 'ekonomik güç'ün ardından 'siyasî güç'te oluşturduğunu vurgulayan Hasan Bülent KAHRAMAN; 'Batı Burjuvazi Çağı'nın '1780-1870' yılları arası olduğunu; 'sermaye birikimi'nin oluşması ile 'sivil toplum', 'kamusal alan' gibi kavramların da ortaya çıktığını, Fransız ve İskoç Aydınlanmaları, Liberalizm ile 'dinîlik ötesi bir siyasî güç' hâline gelişleri...'Dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklamak' diye tanımladığı 'laiklik' ve 'sekülarizm', 'yurttaşlık' kavramları . 'Devlet, yurttaşın haklarını korumak için mevcut bir organizma.'(s.61,62,63,64,65,66,67)
Ve 'yukarıdan aşağıya Osmanlı dönüşümü...1908 sonrası, siyasî partilerin kurulması, farklı ideolojilerin savunulması, değişik siyasî davranışlarının gösterilmesi ve devlet'ten bağımsız bir alanın oluşturulması.(s.70, 71) "Solcu siyaset bilimci" Hasan Bülent KAHRAMAN, 'Osmanlı burjuvazisi'nin ortaya çıkışını, 'Batı etkili bir burjuvazi dönüşümü, Liberal bir dönüşüm' olduğunu vurgulamakta.(s.72) Daha 1906'larda, Pozitivist zihniyetli siyasî güç sahiplerinin 'vesayet' oluşturmaları, asker-aydın ittifakı...(s.72,73)
TÜRK SİYASÎ YAPISININ ÜÇ MODEL ile İZAHI
Hasan Bülent KAHRAMAN, eserinin 99-118 sayfaları arasında, 'Türk siyasî yapısı'nı anlamamızı kolaylaştırıcı üç değişik model ile izahına ayırmış.
Belki de bu 'model'lerden hemen hemen bildiğimiz 'merkez-çevre modeli."Eserinde sık sık diyebileceğimiz ölçüde Prof. Şerif MARDİN'i zikreden KAHRAMAN; MARDİN'in 1972 tarihli makalesinde dile getirdiği bu 'kavramlar'ın, ancak 1990'larda yaygınlaştığını da vurguluyor. 'Öncelikle 'merkez-çevre'kavramını doğrudan geliştiren MARDİN değildir. MARDİN bu kavramı makalesinde belirttiği üzre Shillis'ten almıştır. Shills, 1970'ler Türkiyesi'nde sıklıkla baş vurulan görüşleri benimsenmiş ve önemsenmiş bir sosyologdur. İkincisi MARDİN'in tezi çok uzun yıllar dikkat çekmemiştir. Sözkonusu kavramın dolaşıma girmesi 1990'larda başlamıştır. '(s.100) diyen Hasan Bülent KAHRAMAN; 'taşra=çevre, merkez=Kemalizm'i âdeta çağrıştırmakta.(s.100, 101) Ve 'din/İslam' kavramının, çeyrek asır sonra, 1950'de, Demokrat Parti(DP) ile yeniden ortaya çıkışı. Yani bir bakıma "çevre'nin dirilişi!"
Hasan Bülent KAHRAMAN, 'Türk Siyasî Yapısı'nı anlamadaki ikinci 'model'in ise 'Devlet Egemen Model' yani 'devlet öncelikli model..."'Bizans-Doğu Roma Modeli; Asyatik-despotik devlet yapısı, Osmanlı'da 'devlet anlayışı'.' KAHRAMAN'ın ifadesi ile 'Devlet, Osmanlı İmparatorluğu'nda her şeyin üstündedir, hatta daha retorik bir ifadeyle kendisinin bile üstündedir. Devletin varlık sebebi, devleti ayakta tutmak içindir. Bireyin olmadığı, "kul" anlayışının hakim bulunduğu bu sistemde onlar da aynı amaçlar yüklüdür. Kaldı ki, kullara da sürekli olarak varlıklarını devlete borçlu oldukları hatırlatılır."(s.103)
Kaldı ki, neredeyse 'Türk Modernleşme Tarihi'miz boyunca, sorulan 'temel suâl', hep "Devlet Nasıl Kurtarılır?" olmuştur. 'Osmanlı Modernleşmesi'ndeki 'suâl' bu idi. 'Cumhuriyet' ise bir 'devlet kurmanın parametresi' olarak ortaya çıktı. Osmanlı'da 'hikmet-i hükümet', 'Türkiye Cumhuriyeti'nde 'devlet aklı' ve tabiki 'devlet-egemen model', 'demokratik sistem'le çekişmekte. 'Niçin 'Devlet egemen modele sahip olunulmuştur?' suâlinin 'sebepleri' ise; 1) 1950'lerde başlayan-1990'larda biten tabiki- Soğuk Savaş.2) Askerî Darbeler daima devleti korumak, devletin sürekliliğini sağlamak, devleti yıkılma tehlikesinden korumak dürtüsüyle ortaya çıkmıştır. 3) Devlet, Türkiye'de milliyetçilik aracılığı ile büsbütün "fetişleştirilmiştir..."
4) Kemalizm'in de 'devletçi' olması...
5) Sadece 'sağ'ın değil; 'sol'un da (CHP) 'devleti mutlaklaştırması...'(s.106,107)
Ne var ki, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi ile bilhassa 'sağ', 'Devlet egemen modeli'ne sahip olmanın bedelini 'çok ağır' ödemiştir, diyebiliriz....
KAHRAMAN'ın da zikrettiği üzre 'Batı Modernleşmesi' ise zamanla 'toplum-birey özlü modele' dönüşmüştür."(s.103,104)
"Türk Siyasî Yapısı"nı anlamamızı kolaylaştırıcı "3. Model" ise Namık Kemal-Ziya GÖKALP-Mümtaz TURHAN-Cemil MERİÇ; öbür yanda da Kemal TAHİR-Attila İLHAN'la belirginleşen düşüncelerden oluşur. KAHRAMAN'a göre "Türk Modernleşme sürecinin ana modelidir...Farklılık bir realite olarak kabul edilir ve Türkiye'nin Batılılaşması bir ilke olarak benimsenir...Sözkonusu kültür Batı'yı özne ve nesne olmak arasında tartan bir anlayışa dayanır....Batı'yı seçmeci bir anlayışla kavrar..."(s.109, 114)
Hasan Bülent KAHRAMAN, 'Türk Siyasî Yapısı'nı izah eden 'üç model'in 'benzerlikleri'ni ise şöyle sıralar: 1) Revizyon ihtiyacı.
2) 1950 sonrasını yeterince izah etmezler...
3) Tarih başlı başına bir rol oynar...
4) Ana mes'ele 'modernleşme'dir...
5) Türk siyasî hayatı, daha ziyade bir siyasî tarih yaklaşımı ile ele alınmıştır...(s.116, 117, 118)
TARİHÎ BLOK OLGUSU
"Solcu siyaset bilimci" Hasan Bülent KAHRAMAN, 'Türk Siyasî Hayatı'nın 1950-1980, otuz yıllık dönemini incelerken önerdiği 'model' ise 'Tarihî Blok Olgusu'dur. KAHRAMAN, "Tarihsel Blok(/Tarihî Blok İ.G.), Türkiye'de, Osmanlı modernleşmesinin son dönemi olan 1889'dan başlayarak Ordu+Aydınlar+Bürokrasi'den oluşmuştur....Prof. Şerif MARDİN tarafından 'merkez' diye nitelendirilen olgudur. Karşısında büyük halk yığınlarından ve özellikle taşra burjuvazisinden oluşan ve gene MARDİN'in 'çevre' diye tanımladığı olgu yer alır. Bugüne kadar Türk siyasal yapısı bu iki olgunun birbiriyle çatışması olarak tanımlanmıştır. Fakat çatışmanın ayrıntıları ve niteliği irdelenmemiştir. Öte yandan özellikle 1970'lerden başlayan ve nihayet 2000'lerde doruğuna ulaşan bu ikilem ve ikili yapı, artık sadece merkez-çevre çelişkisi olarak tanımlanamaz. Çünkü hem 1970 sonrasında merkez kendi içinde çatışmaya başlamıştır, hem de merkezin içinde bir çevre, çevre'nin içinde bir merkez oluşmuştur. Bu gelişmelerin sonucunda siyasal/ideolojik merkez-çevre ilişkisinden sosyolojik/coğrafî merkez-çevre ilişkisine kayılmıştır. Türk siyasetinin yaşadığı yakın dönem krizlerini bu dinamiğin içinde aramak çok daha anlamlı ve açıklayıcı olacaktır."(s.123)
"Türk siyaseti, pasif modernleşme, aktif modernleşme hatlarından oluşmuştur ve bu süreç hâlâ devam eden, henüz tamamlanmamış bir gelişme çizgisidir."(s.123)
'Tarihsel Blok' kavramının Antonio Gramsci'nin geliştirdiği bir kavramdır'(s.123) vurgusunu yapan Hasan Bülent KAHRAMAN; 'Ordu modernleşmeye öncülük ediyorsa, pasif Ordu modernleşmesi; toplumun değiştirilmesini, kendi misyonu olarak gören modernleşmeye de aktif Ordu modernleşmesi kavramlarını da geliştirmekte.(s.130)
'Tarihî Blok'un 'Ordu+Aydınlar+Bürokrasi'den oluştuğunu ve MARDİN'in 'merkez'kavramına karşılık geldiğini tekraren belirten KAHRAMAN; 22 Eylül 1909 tarihli İttihat ve Terakki Fırkası'nın Kongresi'nde, 'Trablus Delegesi' olarak konuşan Mustafa Kemal'in 'Ordu'yu siyaset'ten ayrı tutarak'; ya Ordu, ya siyaset görüşüne sahip olmasının asıl sebebinin 'Ordu'yu denetim altında tutmak' olduğunu da hatırlatıyor.(s.156)
TARİHÎ BLOK'TA KIRILMALAR
'Askerler-Aydınlar' ilişkileri babında 'Osmanlı-Cumhuriyet Modernleşmesi' içinde de 'Tarihî Blok'un süreklilik gösterdiğini belirten ve eserinde de genişçe(121-160) izah eden KAHRAMAN; mes'eleyi 'yakın dönem Türk siyasî hayatı'na getirmekte; 'Yakın dönem tarihi, Tarihsel Blok'la çevrenin zıtlaşmasıdır.'(s.165) demekte.
1950'lerden itibaren 'taşra'larda 'muhalefet'in ve 'siyasî çevre'nin oluşması, eserinin 176.sayfasında da vurguladığı 'göç ve kentleşme olgusu' sonrası 'siyasî çevre hareketleri'nin ki Demokrat Parti Hareketi'ni de dahil edebiliriz, yaşları 40'ı bulmuş olan Millî Görüş/Erbakan Hareketi, Gülen Hareketi ve Ülkücü Hareket'in ortaya çıkışı ile 'Ordu+Aydınlar+Bürokrasi'den oluşan 'merkez'de, yani 'Tarihî Blok'ta, 'kırılmalar' da yaşanmaya başlanmıştır. 'Taşra burjuvazisi'nin önce 'ekonomik', sonra da 'siyasî güç' elde edişi ve 'merkez'deki çevre' hâline gelişi; hızla dışa açılan ve 'devlet'ten bağımsız bir sermayenin, 'Anadolu Sermayesi'nin oluşumu, 'çevredeki merkez ve 'merkez' tarafından gerçekleştirilen Pasif Modernleşme'nin yerini "çevre tarafından gerçekleştirilen' 'aktif modernleşme'nin alması....(s.174,175,176,177,178,179) Ve 'merkez'i temsil eden Tarihsel Blok'un sürdürdüğü pasif-hukukî-kültürel değişim, sürekli biçimde Ordu desteğini yanında tutar. Çevre, siyaset meydanında etkin olduğu bütün dönemlerde merkezi Ordu kanadından gelen bir darbe ile karşılaşmıştır."(s.180)
"Darbeleri, merkezin restarosyonu" diye de tanımlayan KAHRAMAN,'Tarihsel Blok'ta iç çekişmeler de yaşandığını vurgulayarak; 1908'den 2007'ye kadar bir 'Merkez-Çevre İlişkisini Sistemleştirme Modeli de geliştirmiş.(s.182) Ve bu 'Sistemleştirme Modeli'nde de 'Askerî Darbeler Dönemi', 'Restarosyon Dönemi' olarak tanımlanmış.
Neredeyse 100(yüz) yıllık 'Merkez-Çevre İlişkisini Sistemleştirme Modeli'nin 182, 183,184. sayfalarında açıklamaları da yapılmış.
Meselâ, 1950-1960:İlk kırılma.Çevre egemenliği.1960-1961; 1971-1973;1980-1983;1997-2002 yılları arasındaki 'dönem'ler ise öncelikle 'restarosyon dönemi'diye isimlendirilmiş. Ve 2007 için ise 'Demokratik tepki.Merkezdeki çevre-Çevredeki merkez koalisyonu.'
"TARİHÎ BLOK: İÇ ÇATIŞMALARI ve DÖNEMLER"
"Solcu siyaset bilimci" Hasan Bülent KAHRAMAN, eserinin bu son bölümünde, 'Tarihî Blok'da yaşanılan 'İç Çatışmaları', 'dönem dönem' ele alıp, incelemektedir. Ve KAHRAMAN şu önemli tesbitleri yapar:"Tarihsel Blok(/Tarihî Blok İ.G.), dönemler içinde Türk siyasetini daima etkilemiştir. Ordu+Aydınlar+Bürokrasi olarak ortaya çıkmış bu koalisyonun etkileyiciliği...Özellikle 1908-1960 dönemi'nde,( 52 yıl boyunca İ.G.), bu blok herhangi bir çatlak üretmeden devam edebilmiştir.(Homojen'dir yani İ.G.) 1960'dan başlayarak 'blok' kendi içinde şiddetli sarsıntılar yaşar ve kırılır. O andan itibaren Türk siyasal yapısı, bir yandan bloğ'un genel etkisine, bir yandan da bloğ'un kendi içindeki dönüşümüne tanıklık eder....En önemli öğenin demokratikleşme olduğunu söyleyebiliriz...Demokratikleşme, Tarihsel Blok'un(/Tarihî Blok'un) iç parçalanmasını ve onun siyasete yansımasını açıklayabilmektedir. Tarihsel Blok'un iç çatışması sürmektedir."(s.188)
Yani KAHRAMAN, demek istemektedir ki, 'Ordu+Aydınlar+Bürokrasi'den , bu üç unsurun 'yekpare dayanışması'ndan oluşan 'Tarihî Blok',52 yıl boyunca(1908-1960) 'homojen' bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Ancak 'demokratikleşme' ile birlikte bu 'yekpare dayanışma' bozulmuş ve 'blok'ta da kırılmalar, çatlaklar meydana gelmiştir. Ve 'Tarihî Blok'daki bu 'süreç' bugün de devam etmektedir. Nitekim 'askerî vesayet'i sonlandırma çalışmaları ve 'askerî reform' düşünceleri, Tarihî Blok'taki çözülme sürecinin de yansımalarıdır. Artık 2009'lar Türkiyesi'nde 'yönetilenler', beş harften oluşan 'darbe' kelimesini duymak bile istememekte; 'darbe günlükleri', 'darbe girişimleri', 'İrtica ile Mücadele Eylem Planları' gibi "Genelkurmay'ın Suç Dosyalarını", aslında 'Tarihî Blok'un Suç Dosyalarını' oluşturan unsurları, demokratik hukuk yolu ile giderilmesini beklemekte ve bu yönde âdeta 'Tarihî Blok'un kendisine 'çeki-düzen' vermesini de arzulamaktadır.
'Dönem dönem' inceleme yapan KAHRAMAN; bu dönemleri başlıca 1908-1950 Dönemi;1950-1960Dönemi;1960-1965 Dönemi; 1965-1971 Dönemi; 1971-1980 Dönemi; 1980-1991 Dönemi; 1991-1997 Dönemi ve 2000'li Yıllar, olarak tasniflemekte.
"1908-1950 Dönemi" için 'neredeyse kesintisiz, saf biçimde, pasif modernleşmenin kurucu hamlelerinin gerçekleştirildiği dönemdir."(s.188) diyen Hasan Bülent KAHRAMAN; '...İttihat ve Terakki'nin ardından da Cumhuriyet Halk Partisi'nin kesintisiz, dokunulmaz, tartışılmaz iktidarı ile belirginleşir. Dönemin en önemli özelliği, siyaseti kapsamamasıdır."(s.188) demekte. Ayrıca 'Cumhuriyet'e geçilmesi'ne kadar ki süreçte, 'Pozitivizm, Materyalizm ve Türk-İslam Sentezi de dediği milliyetçi düşüncelerin âdeta iç-çe geçmelerini sonunda 'milliyetçi düşüncenin ağırlığı ile 'Millî Devlet'in kurulduğunu da vurgulamakta. Ve dönemin aslında 'apolitik bir dönem olduğunu'(s.194) da hatırlatmakta. Ve tabii zamanla yeni 'resmî ideoloji' olarak belirginleşen 'Kemalizm'in de ortaya çıkışından bahsetmektedir. Ve KAHRAMAN, 'Kemalizm'in iki kavramı vurgulayacaktır. Büyük kenti dönüştürmek için Batılılaşma; küçük köylülüğü ve taşrayı dönüştürmek için laiklik-din kontrolü'(s.195) vurgusunu da yapmakta.
"1950-1960 Dönemi" için ise Hasan Bülent KAHRAMAN; 'CHP ile devlet yöneticisi kademeler arasındaki ilişkisinin koparılması, seçim şartlarının değiştirilmesi yani 'açık oy, gizli tasnif' yerine, 'gizli oy, açık tasnıf'in getirilmesi', DP'nin başarısını getirmiştir. "Böylelikle 1908 sonrasında neredeyse bir tunç yasa gibi hakim olan Ordu+Bürokrasi+Aydınlar İttifakı sona ermiş ve iktidar merkezden çevreye/halka kaymıştır."(s.198)
KAHRAMAN, DP'nin ortaya çıkışını, 1942-1946 yılları arasındaki sürece bağlamakta,"AKP ve TÜRK SAĞI" isimli eserinde ve bu eserinde de vurguladığı üzre(s.202,203,204), her biri birer 'Toprak Ağası' olan kadronun, 'ekonomik sebeplerle' CHP'den kopup, DP'yi kurmaları; nihayetinde 'orta sınıflar, gayr-i müslim kesimin bir bölümü ve bir de 1938-1945 yılları arasında süren İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik yıkımlarla, 1950'de 'DP Zaferi' yaşanılmıştır. KAHRAMN'a göre aslında "Eğer adaletli bir sistem uygulansaydı, DP 1946 seçimlerini de kazanabilirdi."(s.199)
KAHRAMAN; 'DP'yi iktidara taşıyan Türk Siyasî Yapısı'nı daha iyi bir şekilde algılamamızı sağlayacak iki kavram daha ortaya atar. Biri, 'kurucu koalisyon' kavramı; diğeri ise 'taşıyıcı koalisyon' kavramı. KAHRAMAN'a göre 'kurucu koalisyon, büyük ve küçük burjuvaziyle, büyük ve küçük köylülüğün entegrasyonudur' ve radikal toplumsal kaymalar, bu entegrasyonun denetiminde ortaya çıkmıştır'.(s.208)
"Kurucu koalisyonu, büyük ve küçük ölçekli şehir ve taşra burjuvazisinin entegrasyonu" diye tanımlayan KAHRAMAN, 'taşıyıcı koalisyon' kavramını ise "kadrolar" vurgusu ile 'özel bir ekonomik sınıf oluşturmayan fakat belli bir toplumsal katman meydana getiren profesyonellerden ve özellikle de entellektüellerden oluşmasıdır."(s.209) tanımını yapmakta.
"Cumhuriyet döneminin muhalif aydın tarihi henüz yazılmamıştır"(s.210) tesbitini de yapan KAHRAMAN; 1945'li yıllarda 'öncü okul' olan İ.T.Ü.'den yetişenler, Amerika'da eğitim görenlerin, 'yeni kadro'yu oluşturduklarını vurgulamakta.(s.210)
"1960-1965 Dönemi"nde ise 'Tarihsel Blok'u oluşturan Ordu+Aydınlar+Bürokrasi üçlüsü, bu dönemden başlayarak, kendi içinde birbiriyle çekişmeye ve daha açıkcası birbirini tasfiye etmeye çalışmıştır." tesbitini yapan KAHRAMAN; "Tarihsel Blok'un özellikle Aydınları ve Ordu kanatları, iktidarı birbirini tasfiye etmek için de ister olmuşlardır."(s.213) demekte.
"Sol kemalist" ve "Muhafazakâr Kemalist Gruplar"ın 'Atatürkçülük Yorumları', 'YÖN' dergisi ve 'DEVRİM' gazetesinde dile getirilen görüşler; ki 'Tarihî Blok=Zinde Kuvvetler(Aydınlar)(Devrimi hazırlayanlar)+ Ordu(Devrimi gerçekleştirenler)+ Üniversite Gençliği(Devrimi taşıyanlar) ve AVCIOĞLU'nun 'gençler ve askerler arasında en etkili kitaptı 'dedirten "Türkiye'nin Düzeni", 'Cunta'lar, 'Cuntalaşmalar....'
'1965-1971 Dönemi'nde ise 'çevre'nin 'Adalet Partisi'(AP) ile özdeşleşmesi, 'aktif modernleşme...'
"1971-1980 Dönemi" ise belki de 'Tarihî Blok'u anlama açısından en önemli dönemdir de diyebiliriz. Hasan Bülent KAHRAMAN; dokuz yıllık bu dönemi, "Tarihsel Blok'un kendi içinde parçalanmaya başladığı dönem budur"(s.218) dediği dönem...Ve KAHRAMAN, "12 Mart 1971"de 'Muhtıra' yoluyla gerçekleştirilen müdahale ikili bir anlama sahipti. Bu 'muhtıra' hem Ordu'nun kendi içindeki bir kırılmaya, hem de Ordu ile Aydınlar arasındaki tarihsel kopuşa işaret ediyordu"(s.218) demekte.
"Sayısız cunta'nın kurulduğu, 'darbe girişimleri ile beslenmiş bir süreç..." "Gerçek Atatürkçülük, darbe yolu ile iktidar olmak " düşüncesindeki 'aydınlar...'
"Ordu'nun üst kademesinin alt kademelerden gelen bir darbeye karşı müdahalesidir"(s.218) şeklinde "12 Mart 1971 Darbesi"ni tanımlayan KAHRAMAN; dokuz yıllık bu döenmde 'büyük aydın kitlesi'ne 'balyoz harekatı' uygulandığını, askerî mahkemelerde yargılandığını, hapsedildiğini ve hatta öldürüldüğünü"(s.219) hatırlatmakta. Ve "Bu , Tarihsel Blok'un kendi içinde kırılması ve aydınlarla Ordu'nun artık birbirine ters düşmesidir. Ordu bu dönemde sol ve demokratik modellere tümüyle kapanmış ve o görüşleri savunan kesimle ilişkisini kesmiştir."(s.219) demekte. Ve yine KAHRAMAN; 9 yıllık bu dönemde 'merkez'in çevre'leştiğini; çevre'nin de merkezileştiğini ve 'Ordu ile aydınlar arasında bir daha öncekine benzer bir uzlaşma asla sağlanamamıştır."(s.221) tesbitini de yapmakta.
"1980-1991 Dönemi" ni ise KAHRAMAN; "Ordu, hedefini çok daha büyük ve radikal bir değişikliğe yönlendirmiş; AP kadroları ile ittifaka gidilmiş, Tarihsel Blok'a ait olan seçkinci ve genellikle 'siyaset üstü' diye tanımlanan 'mesafeliği'ni koruyamamasına yol açmış, AP ve radikal sağ kadroların ittifakı ile azmıştır."(s.222) demekte ve "Bunun sonucunda 12 Eylül, Tarihsel Blok'la tarihsel bütün bağlarını kesecek biçimde, bütün topluma karşı, gerçekleştirilen bir müdahale olarak ortaya çıkmıştır."(s.222) demekte. Ve 'tarih dışı', siyaset dışı(apolitical) bir anlayışa' dayalı modernleşmenin, tıpkı 1908-1950 arasında gibi yeniden ortaya çıkışıdır.'(s.222) vurgusunu yapan Hasan Bülent KAHRAMAN; 'Böyle bir çercevede apolitik-siyaset dışı bir toplum inşası ve örgütlenmesi- tasarlanmış ve 'tarihî müttefiki aydınlarda kesinlikle kopmayı öngörmüş ve tıpkı 'Kemalist 1930'ların organik, solidarist, korporatist, apolitik toplumun oluşması hedeflenmiş, 'Ordu daha da özerkleşmiş', daha da 'hakim/egemen unsur' hâline gelmiş ve "Aydın+Ordu İttifakı", bu dönemde(1980-1991) kesin olarak ve geriye dönüşü olmaksızın kopmuştur."(s.223) Yine de 'ideolojiler öldü' ve 'dört eğilim' gibi 'sloganlar'la yeşeren ve 31 Ekim 2009'da DP'yi "Çakma DP" hâline getiren ANAP ise fiilen biterken; "neo-liberal politikalar uygulayarak, 'çevre'deki merkezin partisi' veya 'merkez'deki çevre'nin partisi' olmuştur.(s.224)
"1991-1997 Dönemi"ni ise bu sefer 'çevre'nin iç çatışmalarının başladığı dönem'diye tanımlayan KAHRAMAN; yaşanılan sosyo-ekonomik dönüşümler' neticesi, her 'parça'nın kendi siyasetini ürettiğini belirtmekte.(s.226)
"Merkezin tam bir dağınıklık" içinde olduğu tesbitini yapan KAHRAMAN; 'aydınlar'ın da 'demokratik Kürt ve İslamî kimlik argümanlarını savunmaya başladıklarını"(s.227) da belirtmekte.
Ve "Tarihsel Blok'un bir blok olarak çatladığını gösteren 'göstergeler'in de ortaya çıktığı bu 6(altı) yıllık dönem ise tamamen 'Çevre'nin Siyasî Zaferi' ile dolu olduğu bir dönemdir.(s.226,227) "Sol zihniyetli" olup da 'çevre'ye, 'toplum'a duyarlı olan SHP ve DSP gibi partileri de 'merkezdeki çevrenin partileri saymak' gerekir."(s.228) diyen KAHRAMAN; aslında '28 Şubat Post-Modern Darbesi', merkezin bir tepkisidir de dedirtmekte(s.230), 'Ordu'nun da Tarihsel Blok'un arta kalan unsurları olarak bu kısıtlı çevreyle ittifak içinde olduğu söylenebilir' dediği 'arta kalan unsurlar' veya 'kısıtlı çevreler' ise 'cuntacılığı ile iç-içe geçmiş olan militer/muhafazakâr Kemalist tezleri savunan Cumhuriyet Gazetesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği gibi doktriner bir 'tercih' içinde bulunan kurumlardır'(s.230) demekte, "Tarihî Blok'a bu iki 'kurum'un destek verdiğini söylemekte.
"2000'li Yıllar" yani 2002 seçimleri sonrası dönem hakkında ise Hasan Bülent KAHRAMAN; "Merkez dediğimiz kavramın 'sosyolojik/coğrafî bir içerik ve anlam' kazandığını"(s.232) vurgulamakta ve bu eserinde AKP'yi , "titrisiz mütefekkir" Ali BULAÇ gibi "Millî Görüş/Erbakan Hareketi Partisi" saymamakta; DP,AP ve 1983'ün ANAP'ına benzetmektedir ve "kitlesel bir yığın partisi" tanımını yapmaktadır.(s.232)Ancak, ikinci bölümde ele aldığımız "AKP ve TÜRK SAĞI" isimli eserinde ise tıpkı Ali BULAÇ gibi "Millî Görüş/Erbakan Hareketi Partisi"nden de saymakta ve en nihayetinde AKP'yi bir "sistem partisi" olarak tanımlamaktadır...
"Modernleşme'nin öncelikle, siyaseti dışlayan bir sistem hazırladığını belirtmek gerekir. O sistem Tarihsel Blok'un etkinliğini ve dokunulmazlığını mutlak hâle getirmiştir".(s.243) sonucuna varan KAHRAMAN, "12 Eylül Cuntacıları'nın neden "siyaset dışı/apolitik" bir toplum modeli öngördüklerinin sebeplerini de anlamamızı kolaylaştırmaktadır. 1971'de 12 Eylül 1980'deki darbelerle, "aydınların bütün olarak Tarihî Blok'un dışına itildiğini"(s.245) belirten KAHRAMAN; "Türkiye'de 1960'dan beri devam eden tarihi sadece "Darbeler Tarihi" olarak değil; Kemalist ideolojinin toplumsallaştırılması-Acaba sol Kemalist ideolojinin mi, sağ/muhafazakâr Kemalist ideolojinin mi yahut bunların dışında Atatürkçü Kemalist ideolojinin mi?, diye suâl eylemeli..İ.G.- tarihî olarak değerlendirebileceğimizi de 's.245) hatırlatıyor.
Türkiye'mizde "modernleşme"nin nasıl bir seyir izleyeceğini ise 'dönemler' ve 'zihniyetler' üzerine yapılacak çalışmalarla anlaşılacağını, diğer ciltlerde, ikinci ve üçüncü kitaplarında bunu yapmaya çalışacağını vurguluyor...
02.11.09
İsmet GÜLTEKİN
ismet_gultekin@mynet.com veya metgultekin@hotmail.com
Dip Notlar:
(*):Hasan Bülent KAHRAMAN, "Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1,Kavramlar,Kuramlar,Kurumlar,Agora Kitaplığı, Birinci Basım, 2008 İstanbul
(**): Hasan Bülent KAHRAMAN,"AKP ve TÜRK SAĞI",Güncel Siyasî Meseleler, Söyleşi:Recep YENER, Agora Kitaplığı, 2. Basım, Mart 2009, İstanbul

2 Kasım 2009 Pazartesi

MEĞERSE BİR ZAMANLAR "AKINCILARA DA,AKINCI GENÇLİĞE DE....



MEĞERSE BİR ZAMANLAR "AKINCILARA,AKINCI GENÇLİĞE" ; 'SOKAKLARA DÖKÜLMEYİN(!)' ÇAĞRILARI YAPILIYORMUŞ!!!
Türk siyasî hayatının 1970-1980 yılları arasını hatırlayanlar;"Tarihî Blok"un 'cunta zihniyetli aydınları tasfiye etmesini" ve hadi "solcu siyaset bilimci" Hasan Bülent KAHRAMAN'ca söyleyelim;"Ordu üst yönetimi, Ordu alt yönetimini tasfiye ettiği" "12 Mart 1971 Muhtırasını/Darbesini de hatırlayacaklardır. Yine KAHRAMAN'ca ifade etmek istersek;"Ordu daha da özerkleşerek, başlı başına hakim/egemen unsur hâline gelerek"; "12 Eylül 1980 öncesi şartları" da hazırlamış oluyordu:"Ordu+Aydınlar+Bürokrasi" ittifakı denilen "Tarihî Blok", neredeyse sadece 'tek bir unsur'dan, 'Ordu'dan oluşmaya da başlamıştı. Hepimiz biliyoruz ki, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi, "Ordu'nun özerkliğini, tek hakim/egemen güç, unsur olduğunu" ve tabiidir ki "Tarihî Blok"un da "sadece Ordu faktörü"ne daha fazla pekişerek dayandığını da gözlemleyeceklerdir.
Hani, "Generallerin bile sokaklara çıkamadığı yıllar"dı , deniliyor ya!
Hani, "İhtilal'in olgunlaşması için, daha fazla kan'a ihtiyaç vardı", deniliyordu ya!
Hani, "Ülke mes'elelerine kafa yoran, hattâ kafa yormakla kalmayıp, sosyal değişimler/dönüşümler talep eden iki farklı zihniyette ve cenahta fakat "sapına kadar da 'politik, siyasî bir "cevval gençliği"n, birbirleriyle "tokuşturularak kırdırıldığı" yıllar vardı ya!
Hani, adına "Ergenekon Davası" da denilen,NATO'ya girişimize kadar uzanan "anti-demokratik, dış güdümlü, içten bağlantılı" "Gladyocuların" varlığını 2009'lar Türkiyesi'nde daha da iyi bir şekilde kabullendiğimiz yıllara uzanan dönemler de vardı ya!
Bilhassa 12 Eylül 1980 öncesi şartlar!
Bilhassa 1970'lerde yaşanılan muhteşem göç ve kentleşme olguları ile ortaya çıkan millî, İslamî, insanî, sivil, katılımcı, demokratik, hülâsa "çevre"nin siyasî teşekküllerinin ortaya çıkışı...
İşte o yıllar arasında ve şartlarda; "Neden Akıncılar, Akıncı Gençlik, sokaklara dökülmemişti?Zamanın MSP'sine , günümüz 'literatürü'ne göre söyleyecek olursak; "Millî Görüş/Erbakan Hareketi"nin gençlik kesimi olan Akıncılar, Akıncı Gençlik, neden 1970-1980 yılları arasında, solcu ve Milliyetçi-Ülkücü gençlik grupları gibi "taraf" olmadılar, "sokaklarda nümayişler yapmadılar", "sokaklara inmediler?" , "sokaklara dökülmediler?" Akıncılar, Akıncı Gençlik, dönemin "sıcak çatışma ortamı"ndan hangi gerekçe ve sebeplerle uzak kaldılar? Bu gerekçe ve sebepler nelerdi?
2000'ler Türkiyesi'nde ise bu seferde "camia"nın bazılarınca bile "tuhaf" karşılanan, "Ülkücülere, Milliyetçi-Ülkücü Gençliğe", 'en yetkili ağız'dan "çağrı"larda bulunuluyor:"Aman sokaklara inmeyin, sokaklara dökülmeyin, sizin sokaklarda işiniz yok!" diye.Peki, bu durumun gerekçe ve sebeplerini kaçımız doğru-dürüst algılayabiliyoruz ki?
"Meğerse bir zamanlar,Akıncılara,Akıncı Gençliğe, sokaklara inmeyin, sokaklardan, sıcak çatışmalardan uzak durun çağrıları yapılırken; tekraren, "gerekçeler", "sebepler" nelerdi?Kaçımız böyle bir çağrının varlığını algılayabildik ki?!
İşte bu suâlin cevabını, yine "solcu siyaset bilimci" Hasan Bülent KAHRAMAN'ın "AKP ve Türk Sağı"(*) isimli eserinden öğrenebiliyoruz. Eserinin "Darbelerden CHP-MSP Koalisyonuna ve MC Hükümetleri" başlıklı 4. bölümünde, KAHRAMAN; "Akıncıların, Akıncı Gençliğin bu "duruş"unun sebeplerini, bahse konu eserinin 97-103 sayfalarında şöyle izah ediyor:
1)Güçlerinin olmaması...
2)Akıncıların ve İslamî Sağ yanlılarının "devlet"te onlara sahip çıkacak desteklerinin yokluğu, arkalarının olmayışı...
3)"İslamî ideolojiyi savunan bir kadro, bir de eline silah alırsa, Ordu derhal onu, Kubilay Olayı'ndan, 31 Mart Vakıası'ndan gelen tepkisiyle alt ederdi."( s.99)
4) "Siyasal İslam, Türkiye'de sokağa çıkmanın ve sokakta silahla vuruşmanın anlamsızlığını düşünmüş olabilir. Ayrıca, buna ihtiyacı yoktu. Çünkü siyasal İslam o büyük siyaset kültüründen gelen bir ideoloji olarak kendi yapmak istediklerini, eğer bunun nihai hedefi devleti ele geçirmekse - ki bu meşru bir taleptir; siyaset bunun için yapılır-, bu nihai hedefi doğrudan doğruya siyasal yolla sağlamayı öngören bir vizyona sahipti.Bu bugün de geçerlidir."(s.99,100)
5) "Akıncıların ve onların sahibi olan büyüklerinin, üstadlarının, hocalarının onlara sokağa çıkmamalarını tavsiye ettiklerine ben kanaat getirmişimdir kendi kafamda. Bunu kontrollü bir biçimde savunabilirim.
Niye?
Çünkü onlar(Akıncılar, Akıncı Gençlik) devletin siyasal bir organ olduğunu ve bu siyasal organın siyasal yolla ele geçirilebileceğini düşünen, büyük, derin ve güçlü bir siyasal kültürden gelmektedirler. Akıncıların sokağa çıkmamalarının en önemli sebeplerinden birisi budur."(s.101)
İşte, eserinde neredeyse sürekli olarak "İslam büyük bir siyasî kültürdür" vurgusu yapan Hasan Bülent KAHRAMAN'ın "spekülasyonda bulunabilirim" deyip de getirdiği izahatlar bunlar.
Şahsen,"Akıncılardaki,Akıncı Gençlikteki böyle bir "duruş"u zaman zaman "cesaretsizlikleri"ne bağlamış olsam da; hattâ "12 Eylül Urganlarında sıfır çeken nesiller" demiş olsam da; zamanla böyle bir "duruş"un, ne kadar da "basiretli bir duruş" olduğu kanaatine vardım, diyebilirim...
Evet, günümüzde isimleri bile hatırlanılmayan "Akıncılar, Akıncı Gençlik" de dahil, "40.Yaş"a erişen "İslamî Camia"nın gençlerini , aslında 2009'lar Türkiyesi'nde de "Türkiyemizin "sokakları"nda sahiden görebiliyor muyuz ki?
Ve 2000'li yılların Türkiyesi'nde,"Ülkücülere, Ülkücü-Millyetçi Gençlere, sokaklara çıkmayın, sokaklara dökülmeyin çağrılarını yapan 'Lider'in "aslında ne demek istediğini anlayabiliyor muyuz ki?
Hâlâ "Devlet"in "12 Eylül'lerde" kendilerine yaptığı "çok ağır uygulamalarının trawmasını", "Bu Kalp Seni Unutur mu?" gibi TV dizilerinde "görsel sunumlu" olarak hatırlayan "Milliyetçi-Ülkücü Gençlik" de, "Devlet'in sokaklara çıkarak değil; siyasî yollarla ele geçirilebileceğini kavrayabiliyorlar mı ki?!
Hülasaten, "sokaklardan devlet'e, devlet yönetmeye uzanmak" mümkün mü?!
(*):Hasan Bülent KAHRAMAN, "AKP ve TÜRK SAĞI", 'Güncel Siyasî Meseleler', Söyleşi:Recep YENER, Agora Kitaplığı, 2. Basım, Mart 2009, İstanbul
02.11.09
İsmet GÜLTEKİN
ismet_gultekin@mynet.com veya metgultekinqhotmail.com

24 Ekim 2009 Cumartesi

ARVASÎ HOCA'NIN "MAMAK GÜNLERİ-114 Günlük Maceram"(*)



ARVASÎ HOCA'NIN "MAMAK GÜNLERİ-114 GÜNLÜK MACERAM(*)"
Son iki yılda rahmetli Seyyid Ahmed ARVASÎ HOCA ile ilgili üç yazı yazdım. Bunlardan ilki, "TRT-2'DEKİ ARVASÎ HOCA PORTRESİ" başlıklı yazım; diğer ikisi de bir eserinin de ismi olan"DOĞU ANADOLU GERÇEĞİ" ile "ARVASÎ HOCA'NIN 'KÜRTÇE'YE BAKIŞI" başlıklı yazılarımdı.
Her iki yazımı da "milliyetçi camia"nın önemli dergilerine "e-mail" ile göndermeme rağmen, nedense yayınlanmadı. "TRT-2'DEKİ ARVASÎ HOCA PORTRESİ" başlıklı yazımda-ki bütün yazılarımı kendime ait blog'larımda yayınlamaktayım-,"Ah! Keşke bunlar yapılabilse, dediğim iki husus: Günümüzün tartışılan 'mes'elesi','Kürt Mes'elesi/Kürtçülük/Kürtçe' konularında, ARVASÎ HOCA'mızın -sonradan en son Bilgeoğuz Yayınlarınca da yayınlandı-Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayınlanan "Doğu Anadolu Gerçeği" isimli eseri odaklı "Bütün Eserleri"nin taranması ile "serdettiği" düşüncelerinin "efkar-ı umumiyeye"(fikirler camiasına) yeniden mal edilebilinmesi...Ve rahmetli Seyyid Ahmed ARVASÎ HOCA'mızın "12 Eylül Zindanları"ndaki "günleri"nin daha da "müstakil" bir şekilde genişletilebilinmesi..."diye yazmıştım.
Rabb'ül-âlemine hamdu senalar olsun ki, bu "niyet" ve "düşünceler"iminden ikisini de gerçekleştirebilmek nasip oldu. Son yıllarda rahmetli ARVASÎ HOCA'nın da eserlerini yayınlayan "Bilgeoğuz Yayınları"ndan, "Mamak Günleri-114 Günlük Maceram" isimli "eser"in çıktığını "internet ortamı"nda öğrenince; "Tamam dedim; rahmetli ARVASÎ HOCA'mızın "12 Eylül Zindan Günleri"ni "müstakilen" ele alınabilinir artık, dedim ve ortaya bu yazım çıktı.
Çok zarif bir şekilde yayınlanmış olan "MAMAK GÜNLERİ-114 Günlük Maceram-"ı hararetle okudum."Bilgeoğuz Yayınları "adına "Oğuzhan Cengiz"in yazdığı "Takdim"de; rahmetli ARVASÎ HOCA'mızın birkaç hususiyeti vurgulanmış:"...İnsanlığın ideolojik bataklıklar içerisinde çırpındığı bir dönemde kendini yetiştirerek insanları, özellikle de Ülkücü Gençleri aydınlatma yolunda durmadan çalışmış, fikir üretmiş, hep onların saadetleri için çırpınıp durmuştur..."
"Her hamle ve hareket adamı gibi ARVASÎ HOCA'nın perspektifinde, herşeyden evvel Allah(c.c.)'ın hoşnutluğu olmuş, bunu gerçekleştirmek içinde, Resulullah(s.a.v.)'i örnek alan bir hayat yaşamaya çalışmıştır."
"...Yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan, inandığını söyleyen, söylediğine inanan ve savunduğu fikirleri her zaman ve zeminde savunmasını bilen biri olmasıdır. Bir örnek Alp-Eren, bir Peygamber Âşığı ve mirasçısı saymak asla mübalağa olmaz..."
"...ARVASÎ HOCA'yı yakından tanıyanlar, bu çabanın asla normal bir çaba olmadığını da müşahede etmişlerdir.."
"...ARVASÎ HOCA'nın milliyetçilik anlayışı, asla kana, ırka , soya dayanmaz..."
"...Kendini muhafaza etmek ve gayeden sapmak istemiyorsak, çölde kalan insanın suya duyduğu hasret kadar bu eserlere de ihtiyacı olduğunu bilmelidir. Çünkü bu eserler okuyanları gerçek ve tek çıkar yol olan Allah(c.c.)'a ve Resulu'na çağırmaktadır.
İstifade edebilenlere ne mutlu."(s.7,8)
"MAMAK GÜNLERİ"
Böyle bir "Takdim" ile güzide okurlarına sunulmakta ve rahmetli ARVASÎ HOCA'mızın tuttuğu notlardan oluşmakta. "114 gün" yani 4(dört) ay da diyebileceğimiz "Mamak Günleri"
Rahmetli ARVASÎ HOCA, "tuttuğu bu notlar"da,gözaltına alınışını, Mamak'a götürülüşünü, "Kafes" ve "Kafes Arkası" ile "Hücre"ye konuluşunu, "İstihbarat Dil Okulu"nda ve en sonda "Askerî Mevkî Hastanesi"nde geçen "günleri"ni yazmış. Eserinin 60. ve 61. sayfalarında belirttiği üzre;"Tuttuğu notların akıbetinden korkmakta", kaldı ki "İstihbarat Dil Okulu'nda iken tuttuğum kısa notları bile Mamak'ta benden aldılar, bir daha da vermediler" demekte.Demek ki o "verilmeyen notlar" ile rahmetli ARVASÎ HOCA'mızın "12 Eylül Zindan Günleri", daha da kapsamlı bir şekilde öğrenecekmişiz!Kimbilir,"İstihbarat Dil Okulu'nda tuttuğu notlar "da, neler yazılı idi?
"18 Eylül 1980,Perşembe günü, saat 17.00'de, "Samandra'ya götürülüşü"ile başlayan "Gözaltı Süreci..."21 Eylül 1980, Pazar günü, Ankara'ya, "İstihbarat Dil Okulu"na götürülüşü...
Rahmetli ARVASÎ HOCA, "Mamak Günleri"nde, en fazla Said BİLGİÇ ile "dostluk" kurabilmiş. "Gözaltındaki Hayat", "korkunç bir monotoni."(s.21), diye tanımlayan ARVASÎ HOCA; "Bu İhitilâl'in hedefi 'biz olamayız....Biz nasıl olsa bir aya çıkarılan gözetim altı süresi bitince çıkarız', beklentisine girmesi. Fakat ziyaretine gelen eşinin dilinden dökülen cümleler:" Yo, yo, biz seni dört ay önceden beklemiyoruz..."(s.22) Ve yine "notlar"ında, rahmetli ARVASÎ HOCA, sık sık "Kalp Hastası" olduğunu hatırlatıyor...
Geçen sürelerde "İhtilâl'in rengi"nin belirginleşmesi ve 28 gün sonra, 10 Ekim 1980'de, "muhteşem tahliyeler"in yaşanması:" Bütün AP'liler, Deniz Baykal,
Süleyman Genç dahil hemen hemen bütün CHP'liler, Gültekin Gazioğlu dahil bütün TÖB-DER'liler, DİSK'liler tahliye ediliyor. İçerde biz, bütün MHP'liler, Erbakan dahil birkaç MSP'li ile iki CHP'li milletvekili ile Ahmet Yıldız kalıyor."(s.23) dediği satırlar. Ve "Bazı AP'liler gelip boynumuza sarılıyorlar, ağlayarak vedalaşıyorlar...."(s.23) Ve neredeyse bir ay sonra, 11.Ekim 1980'de, "İstihbarat Dil Okulu"ndan "Mamak Sıkıyönetim 1 Numaralı Askerî Mahkemesi"ne götürülüşleri...Ve "teker teker Hakim huzuruna" çıkarılışları, ifade verişleri:Rahmetli ARVASÎ HOCA, "Sıra bana geliyor, gidiyorum. Hakim soruyor ve zabıt katibi yazıyor:"Siz çete kurmak, Türkiye ahalisini ikiye bölmek ve silahlı mukateleye teşvik etmek suçundan mahkememize getirilmiş bulunmaktasınız. Savcı tutuklanmanızı istiyor, bir diyeceğiniz var mı? Bu cümle karşısında âdeta şoka uğruyorum. Bu çete lafı neredeen çıktı, Türkiye ahalisni ikiye bölmek de ne imiş, sonra silahlı mukatele ne demek? Hayret ki ne hayret....Hepsi şaşkın, hepsi hayretler içinde..."(s.24)
"Nihayet hâkim geldi. tutuklandığımızı haber verdi. Bizde yeni bir şaşkınlık devresi başlamıştı."(s.24)
Ve "Erbakan ve arkadaşlarının da 'serbest' bırakılışı...Böylece içerde daha ziyade MHP kalmıştı. Tam kadro hâlinde tutuklu idi...Bütün siyasî kadroların serbest bırakılıp-CHP'liler, AP'Liler,MSP'liler-MHP'nin tam kadro tutuklanması."(s.25)
".....Süleyman Gençler, Deniz Baykallar ve daha niceleri ellerini kollarını sallayarak gezerken bizim içeride olmamız yadırganmıyor muydu? İhitlâl'in hedef aldığı Erbakan ve arkadaşları serbest bırakılıp bizim tutuklanmamız acaba nasıl hazmedilecekti? Bütün suç ve vebal MHP de mi idi?
Nitekim bu reaksiyonların bir neticesi olarak, birkaç gün sonra Erbakan ve bütün MSP Genel İdare Kurulu vs. tutuklandı....her ne ise biz yine tam kadro içeride kalmıştık. Ve asıl suçlu bizdik ve diğerleri birer 'denge unsuru' olarak içeride bulunuyordu. Bu kanaat gittikçe gelişiyordu."(s.26)
Bizler de yakın "siyasî tarihimiz"in "29. yılında bile "bu gerçekleri" hiç mi hiç hatırlatmıyoruz bile!!Halbuki, rahmetli ARVASÎ HOCA'mızın da vurguladığı üzre; 12 Eylül 1980'den 19 gün sonra, "bütün CHP'liler, bütün AP'liler serbest bırakılmış", 'denge unsuru' olarak da "Millî Görüş/Erbakan Hareketi Lideri ve bazı yöneticiler "içerde" tutulmuş!!!!
Rahmetli ARVASÎ HOCA, "MSP'lileri", yani "Millî Görüş/Erbakan Hareketi" mensupları için; "İstihbarat Dil Okulu'nda yaptığı müşahedeleri de yazıyor:
"....MSP'liler imam olmak için can atıyorlar.Bizler umumiyetle cemaat veya müezzin oluyoruz...Münasebetimiz birçoğu ile selamdan öteye geçmiyor. Onlar, âdeta bizden kaçıyorlar. Daha çok solcularla ahbaplar. Bol bol yemek yiyorlar, kral sofrası hazırlıyorlar, paraları pek çok, pek de müreffehler, kilo alıyorlar, onun için bol bol idman yapıyor ve hapishaneye getirdikleri 'baskül' de tartılıyorlar. Bilmem bunlardan önce hapishaneye baskül getiren başka birileri var mı? Hapishane tarihinde bu ilk olsa gerek."(s.28)
Ve yine rahmetli ARVASÎ HOCA, "MSP Zihniyeti"ni yahut "Millî Görüş/Erbakan Hareketi" zihniyeti ile ilgili olarak, eserinin 59.sayfasında, "Askerî Mevkî Hastanesi"nde iken, ziyaretleştikleri 'Korkut ÖZAL'la ilgili kısımda ise "Dil Okulu'nda iken MSP'liler bizden kaçarlardı" demekte ve "Ben onu tanımak için Erbakan'a, Humeyni'ye
biraz taş atıyorum, o ne yapıyor yapıyor, mevzuu değiştiriyor."(s.60) diyor.Ve kardeşi "Turgut ÖZAL" ziyarete geldiğinde, aralarında geçen sohbeti de zikrediyor; "ekonomi politikalarının liberal politikalar olduğunu söylediğini fakat ÖZAL'ın bunu kabul etmediğini, milliyetçi kadroların ıstırablarına çare bulması gerektiğini hatırlattığını"(s.64,65) ifade ediyor...
"Hapishaneyi ne yapsan hapishane olmaktan kurtaramıyorsun. Namaz, Kur'an, sohbet hepsi var. Fakat hapishane var."(s.27)diyen rahmetli RAVASÎ HOCA'nın "avukatlığı"nı da, geçenlerde vefat eden "milliyetçi camia"nın mümtaz kalemlerinden Ergun GÖZE'nin de yaptığını öğreniyoruz.(s.27)
Bu satırlarda, dönemin "Hergün Gazetesi"nin 'vefasızlık" yaptığını, "12 Eylül'e kadar çıkan yazılarının ücretini çocuklarına ödediklerini, fakat "bir daha da uğramadıkları"nı hatırlatıyor.(s.27) ARVASÎ HOCA, "Ben hapiste bulunduğum müddetçe beni ve çoluk çocuğumu asla arayıp sormuyorlar. Eğer birkaç dostum ve damatlarım olmasaydı ailem perişan olacaktı."(s.27) diyor.
Rahmetli ARVASÎ HOCA'nın "Mamak Günleri"ni üç bölüme de ayırabiliriz. Bir, "İstihbarat Dil Okulu Günleri", iki, "Mamak Askerî Cezaevi Günleri ve üçüncüsü "Askerî Mevkî Hastanesi Günleri...."
"Mamak Askerî Cezaevi"ne götürülürken; "herkes şok yemiş gibi idi"(s.28) dediği cümleler...
"12 MHP'li, 7 MSP'li idik. Allah'a tevekkül ederek ve pencerelerde biriken arkadaşlara el sallayarak ayrıldık. Yanımda MSP'den Mustafa YAZGAN vardı..."(s.28)
Ve "Mamak'la ilk teması:"At ağzından sigarayı" sertçe ikazı ile karşılaşması...Şahsen, ben, rahmetli ARVASÎ HOCA'nın "sigara içtiği"ni, "Mamak Günleri"nden öğrendim...Hâlâ gözlerimin önüne geliyor..."Mamak Günleri" sonrası tabii. Yıl:1983..İstanbul Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı...Türkmen Yayınevi'ndeki kitap imzalama günü...Fakülte birde, 17 yaşındaki bir "Anadolu Çocuğu" olarak, bana ismimi sorması ve "Allah(c.c.) seni muhafaza etsin(Âmin)" diye dua etmesi...Ve içtiğim ayran....
Ve "Mamak Zulüm Kalesi"ndeki, "Kafes", "Kafes Arkası", "Hücre" hayatı...
Ve "kafes"in ne olduğunu gözlerimizle gördük" dediği satırları..."....Artık uyku zamanı geldi, uyuyun bakalım", dediler. Nerede uyuyacaktık? Betonda uyunur mu idi? Peki biz ne yapacaktık? Pardosülerimizi, seccadelerimizi, havlularımızı falan çıkararak, uyumaya çalıştık. Dış kapı açıktı ve biz ön kafeste idik.Soğuk doğrudan doğruya bize çarpıyordu.Benim bir tarafımda Süleyman Sürmen, diğer tarafımda Taha AKYOL, birbirine yakın uyuyarak ısınmaya çalışıyorduk. Fakat nafile, hepimiz hasta olacaktık..Hele benim gibi kalp hastaları için soğuk bir felaket olabilirdi...Harp Okulu eski tarih öğretmeni Dr. Tahsin ÜNAL da bizimle birlikte idi."(s.30,31)
VE "MAMAK'TAKİ HÜCRELER"
Rahmetli ARVASÎ HOCA, iki ay "İstihbarat Dil Okulu"ndaki 'günleri'nden sonra konulduğu "Mamak Zulüm Kalesi" dedirten "Mamak Askerî Hapishanesi"ndeki "Kafes/Kafes Arkası Günleri"nden sonra "Hücre Günleri" de yaşamıştır.
"....Bizi 'hücreler'e koyacaklardı. Öğrendiğimize göre 'hücreler' iki kişilikti...Hücrelerimize doğru yürümeye başladık....Bizim konacağımız hücrelerin önüne geldik...40.hücreye ben ve Şerefattin DOĞAN kapatıldık..."(s.31,32)
"Hücre dedikleri yer, yedi ayak uzunluğunda ve bir o kadar da genişliğinde bir oda, çift kişilik tahta ranza da konulunca geriye üç ayak genişliğinde bir kısım kalmış...Hücreye kapatılır kapatılmaz, ilk işim sadece biz 'siyasî tutuklu"lara verilen çarşaf ve nevresimleri yataklarımıza geçirmek oldu. Yataklar korkunç derecede ıslak, mübalağasız söylüyorum taştan daha sertti...Hücrelerin penceresi yoktu..."(s.33)
"Hücrelerde radyo dinlemek yasaktı. Bunlar, buraya sokulamazdı. Ancak, istediğimiz gazeteyi alabilirdik....Eğitim teorik olarak "Atatürk İlke ve Devrimleri"ni öğrenmek, ezbere tekrarlamak ve "er eğitimi" tarzında cereyan ediyordu. Bize eğitim yaptırılmadı. Yalnız 7 lira karşılığında "Atatürk İlke ve devrimleri"ile ilgili bir kitap verildi. Bunu okumamız istendi. Onun dışında Atatürk'ü konu almayan başka bir kitap okumaya müsade edilmiyordu. "(s.33,34)
Bu kısımlar, aynı zamanda, belki de "müstakil" bir çalışmayı gerektiren; "12 Eylül Zindanlarında ATATÜRKÇÜLÜK DERSLERİ"ne eklenecek cümleler. Benzer cümlelere ve açıklamalara, 38.,40. ve 42. sayfalarda da rastlıyoruz...
"Hücrede ilk gecemiz..." ile başlayan cümle ile rahmetli ARVASÎ HOCA, "Üç battaniye koymama ve çarşafa rağmen yatağım hâlâ küf kokuyordu. Bu koku o kadar şiddetli idi ki, ağzımı ve burnumu atkım ile kapatmak zorunda kaldım.İki battaniye koymama rağmen, yatağım hâlâ taş gibi idi....Uyumak ne mümkün? Dualar ve niyazlarla geçen saatler ve bir türlü gelmeyen uyku...
Hücrede ve taş gibi yatakta evimi, çocuklarımı, onların yalnızlığını, İstanbul'daki hayat şartlarını ve onların çekmesi muhtemel olan sıkıntıları düşünüyorum...."(s.35)
"...Namaz kılmak serbest, bir seccade seriyoruz, küçücük hücre doluyor, onun için teker teker namaz kılıyoruz. Namazdan sonra, yataklarımız üstüne çekilip, Allah'a sığınıyor, dua ve tesbihlerimize devam ediyoruz. Bu, MHP ve MSP'lilerin bulunduğu her hücrede böyle...Hapishanede Allah'a her zamankinden daha yakın olmak ihtiyacı içindeyiz..."(s.37)
Ve 40-45 dakika süren "hücrelerde sayım" şartları, emirler-komutlar....Teyemmüm ile ibadetlere devam etmeler...
Ve "hücre hayatı" yaşarken, "doktora çıkmaları..." "Kafesin kapısı açıldı, ben gerçekten hasta ve alakaya muhtaçım. Kalbim perişan, üstelik gripten mustaribtim.Soğuk ve üzüntü, ıstırabımı iyice arttırıyordu...."(s.43)
Ve "Mamak Günleri-114 Günlük Maceram"da, "ayna"ya ilk defa bakışı:" Aynayı elime alıyorum. Mamak'a geleli beri kendimi ilk defa seyrediyorum. Ne acayip hâle gelmişim. Meğer saç ve bıyık biz erkeklerin süsü imiş, onlar sıfır numara ile traş edilince ne de fazla değişiyor ve çirkinleşiyoruz. Bilmem ben kendimi öyle gördüm..."(s.46)
"ÜLKÜDAŞLIKTAN ÖNCE KELEPÇEDAŞLIK"
Ve "hücre"den "hastane"ye götürülüşleri..."Bize 'kollarımızı uzatın' emrini verdi. Ben derhal uzattım. Süleyman Sürmen ıstırapla, 'Buna luzum yoktu', diyerek kolunu uzattı....Benim sağ, Süleyman Sürmen'in sol kolu kelepçe ile birbirine bağlanmıştı. Hayret ediyorum, bu kelepçe bağı benim gönlümde ve kalbimde Süleyman Sürmen'e büyük bir muhabbet bağı oldu. Sanki, bu arkadaşımı eskiden de severdim, fakat bu kelepçe takıldıktan sonra sevgim pek çok arttı. Hâlâ da öyledir. Bu kelepçedaşlık duygusu, bendeki Ülküdaşlığın ötesinde bir kardeşlik duygusu da geliştirmiş bulunuyor...."(s.47)
"ASKERÎ MEVKÎ HASTANESİ'NE YATIRILIŞI"
Ve rahmetli ARVASÎ HOCA'nın 1980 Kasım'ın sonlarında "Askerî Mevkî Hastanesi"ne yatırılışı."Erat Koğuşu" yazılı koğuşta tek başına kalışı..."Yatak yumuşak ve temizlik kokuyordu. hemen uyumuşum", dediği satırlar. Ve edindiği "yeni dostları....
"Askerî Mevkî Hastanesi'ndeki "komünist/devrimci hemşirenin(s.52) hıncı, husumeti neticesi yaptığı "iğnelerin hayrını" göremeyişi..."Hemen derimin altında bir kabarcık yapıyor, ben doğrulur doğrulmaz, bütün ilaçlar dışarı fışkırıyor. Böylece ilaç bünyeme dağılmıyor.Bu da bir taktik....Herhalde eline teslim edilen "Faşist"(!)in iyileşmesini istemiyor.Bir şeye aldırdığım yok. Ben şifahı Allah'tan bekliyorum. Zaten zar zor barındığım bu müessesede kime ne söyleyeceğim?..."(s.59)
Ziyaretine gelenler, sohbetler, vesaire amma yine de "Günler geçmek bilmiyor, bir koğuşta yapayalnızım, düşünüyorum, okuyorum, ibadet ediyorum, Kur'an-ı Kerim 'e devam ediyorum, dua ve niyaz hâlindeyim...."(s.57)
".....Yalnızlık, hem çok hoş, hem de çok sıkıntılı...İnsanın dostlara ihtiyacı var....Fakat bütün mes'ele dostu gönlünde bulmada...Allah bes, bâki heves..."(s.59)
Aralık 1980...."Ama Mamak, Mamak'tı ve ben orayı hiç mi hiç sevmemiştim. İnşaallah, beni bir daha oraya götürmezler, diye Allah'a yalvarıyordum...Zaten, benim ve bizim ondan başka kimimiz vardı?"(s.61)
Ve "Askerî Mevkî Hastanesi"nde Said BİLGİÇ ile "aynı koğuşta" kalışları...
"Said BİLGİÇ'i buraya yatıracağız. Artık yalnız kalmayacaksın? Yatağımda âdeta fırlıyorum. Bilmem günlerdir hiç bu kadar sevinmiş miydim? Said BİLGİÇ, 12 Eylül'den önce sadece merhabalaştığımız bir tanıdık idi. Ama, İstanbul'da birlikte gözaltına alınmış, birlikte polis nezaretinde Ankara'ya getirilmiş, birlikte aynı kata konmuş iki MHP'li idik. Birbirimize acı ve ağır şartlar altında ısınmıştık. Ben onu ağabey, o beni kardeş itibar etmiş...Istıraplarımızı, sıkıntılarımızı, dertlerimizi onunla paylaşmıştık. Şimdi o, hastaneye, hem de benim koğuşuma gelecekti. Kader bizi tekrar bir araya koyuyordu. Hayret, sevinç ve intizar bir arada. Artık odamda yalnız değilim.(Said Bey, kardeşi Saadettin BİLGİÇ, ağabeyi Prof.Emin BİLGİÇ)
"Said Bey de namaz kılıyor, bol bol 'Selatin-i tefriciye' okuyor ve elindeki kağıda işaret ediyor,'4444' defa okuyacakmış. Ben de Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek üzereyim. Galiba 25.cüzü ben sesli okudum, Said dinledi."(s.62,63)
Ve aynı hastanede tedavi gören 'Korkut ÖZAL'ın da sohbetlere katılışı...
Ve Celal BAYAR'ın eski arkadaşı Said BİLGİÇ'i ziyarete gelişi...
Ve "Veli Çaylak" isimli "garip Anadolu Çocuğu" ile tanışmaları...Rahmetli ARVASÎ HOCA'nın ifadeleri ile;"Zavallı, günahsız, kusursuz Anadolu çocuğu, niçin 43 gün hapiste tutulduğunu anlamadan ve bunun hesabını sormayı asla düşünmeden, kinsiz, garezsiz, çıkıp buradan gidecekti. Giderken de bize acıyacak, bizim kurtuluşumuz için dua edecekti..."
Hey garip Anadolu....
Öz yurdunda garip yaşayanlar ülkesi."(s.68)
Ve 09.Ocak.1981'de tahliyesi...
"Mamak Günleri-114 Günlük Maceram"
Ben, şahsen "Mamak Günleri-114 Günlük Maceram"ın sonuna konan iki renksiz fotoğrafı değil de, TRT-2'deki "Portreler Galerisi"ndeki "Mamak'taki elleri bitişik resimini" hatırlayacağım....
Ve bir de "İstihbarat Dil Okulu"nda "tuttuğu" fakat "Mamak'ta elinden alınan notları"nın da bulunup, yayınlanmasını arzuluyorum...
Ve rahmetli ARVASÎ HOCA'nın "Mamak Günleri"nden sonra da "mücadelesi"ne Türkiye Gazetesi'nde devam etmesi..."Hasbihal" köşesi ve yayınlanan iki ciltlik "Size Sesleniyorum" eseri...
Ve "daktilo başında" vefatı.....
(*): S.AHMET ARVASÎ,"MAMAK GÜNLERİ-114 Günlük Maceram",Bütün eserleri XVII, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2009
25.Ekim.2009
İsmet GÜLTEKİN
ismet_gultekin@mynet.com veya metgultekin@hotmail.com

22 Ekim 2009 Perşembe

MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE ANLAMAK

BİR ESERİNE GÖRE
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE'Yİ ANLAMAK
("Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil:68 KUŞAĞI"(*))
Mümtaz'er TÜRKÖNE'nin "Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil:68 KUŞAĞI"nı okuyup bitirdiğimde, "Milliyetçiliğini, Ülkücülüğünü çağrıştırıcı", hiçbir cümlesi ile hiçbir paragrafı ile karşılaşmadım, diyebilirim. Bilakis, "illegal, anti-demokratik, çeteci, "üniformalı çeteciler" diye tanımladığı "cuntacılar" yani başarılı darbeciler arasında mücadele verdiğini çağrıştırıcı" çok sayıda "ifadeleri" var.
TÜRKÖNE, eserinin adını ya "Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil.68 Nesli" ya da "Darbe Peşinde Koşan Bir Kuşak:68 Kuşağı" şeklinde vermeli idi."Kadim Dostum Erol DOK' 'ithaf'ı" ile birazcık "Milliyetçi-Ülkücü mazisi"ni "çağrıştırıyor" diye düşünüyorsunuz, ancak "bu eseri boyunca", böyle bir "çağrıştırıcı" cümlelere rastlıyamıyorsunuz.
TÜRKÖNE, eserinin "Takdim"inde, "68 Neydi?" suâline anlaşılır cevaplar vermekte.
"68 Kuşağı"nın 'türeyişi'nin 03. Mayıs.1968 yılında, Fransa/Paris Sorbonne Üniversitesi'nin işgali işle başlayan 'gençlik olayları'na dayandırmakta ve "...İçinde muhalif bütün meşreplerin bulunduğu heterojen bir başkaldırıdır...Statükoya muhalif her eğilim, 68'in rengarenk dünyası içinde yer almıştır. İlk defa savaş görmemiş bir nesil, kendi sesini ve kimliğini aramaktadır"(s.11) demekte ve "hepsinin ortak paydası"nın ise "daha fazla özgürlük" talebi olduğunu vurgulamaktadır.
TÜRKÖNE, "Türkiye'nin 68 kuşağı, bu evrensel başkaldırının neresindedir?"(s.12) suâline ise "Hiçbir yerinde değildir. Türkiye'nin 68 kuşağı ile bu 'Evrensel Dalga' arasında bir bağ kurulamaz. Kurulabilecek 'tek bağ', gençliğin bir siyasî aktör olarak ilgi odağı hâline gelmesidir...Gençler, Avrupa'daki akranlarından çok farklı yöne ilerlemişlerdir. Bu yönü belirleyen ise ordu içindeki cuntalar ve bu cuntaların operasyonlarıdır. Avrupa'daki gençlik 'özgürlük' peşinde koşarken; bizdekiler 'darbe şartlarını olgunlaştırmak için' sokağa dökülmüşlerdir."(s12) demektedir.
TÜRKÖNE, bu sayfalarda âdeta şunları demek istemekte:Fransa/Paris Sorbonne Üniversitesi'nde, 03.Mayıs 1968'de başlayan 'gençlik olayları' yani Avrupa'nın "68 Kuşağı"nın 'Türkiye versiyonları', 'tam bir özgürlük düşmanı', çeteci, cuntacı, darbeci, illegalite ve anti-demokratik 'zihniyet' olarak belirginleşmiştir. Batı'da "herkese özgürlük" 'ortak paydası' ile "başkaldıran bütün muhalifler"in "Türkiye versiyonu" ise tam ters istikamette gelişmiştir:Anti-demokratlık, illegalite, çetecilik, cuntacılık ve darbecilik....(s.13)
TÜRKÖNE "68 KUŞAĞI"NDAN MI?!
Yeri gelmişken, ilk başta da vurguladığımız üzre, Mümtaz'er TÜRKÖNE, bu eseri boyunca, hepimizin bildiği "Milliyetçi-Ülkücü mazisi"ni "net" bir şekilde "hatırlatıcı", 'çağrıştırıcı' ifadelere, cümlelere, âdeta yer vermemekte; neredeyse kendisinin de "68 Kuşağı'ndan olduğu" 'imaj' ve 'algılamalarına' sebep olmakta...
Bakınız, bu eserini baştan sona okuyan biri olarak; böyle bir 'hükme' veya 'kanaate' sebep olan ifadelerini nakledelim:
1)"Ben 68 Kuşağının açtığı kapıdan yola devam eden 'ikinci neslin' yani 1970'lerin ikinci yarısında kavgayı tırmandıran neslin bir mensubuyum."(s.14)
Yani ne demek, "68 Kuşağı'nın açtığı kapıdan yola devam etmek?!"
2)"1968 yılında 12 yaşında ergenlik çağına adım atmaya hazırlanan bir çocuktum....1968 bugün bana dün kadar yakın.Çünkü ben ve benim neslim 68'inin açtığı kapıdan hayata giriş yaptık ve hâlâ aynı yolda yürüyoruz. Benim neslimin kaderi de 1968'de çizildi."(s.17)
Ne demek istiyor ki?!"68 Kuşağı, anti-demokratik, illegalite, şiddet, çetecilik, cuntacılık, askerî cuntacılık ve darbecilik "kapı"sını açmamış mıydı?O yıllarda 'böyle bir kapı'da ne arıyordu ki?!
3)"Bizler yani 68'in ikinci evresini yaşayanlar, tıpkı sabana sürülmüş öküzler gibi at gözlükleri ile bu 'izi' takip etmekten başka bir şey yapmadık. Sadece kıyıcı, daha nefret dolu ve daha çok acı çeken ve çektiren bir nesil olduk."(s.18)
4)Eserinin 18. ve 19. sayfalarında zikrettiği "anekdot": "Rus Ruleti" oynaması..."Elinden silahı aldım.İnanmıştı. Onu inandırabilmek için ben de bir defa tetik düşürdüm. Ben ölebilirdim...O gece sağ kalmam bir tesadüftü.."(s.19)
Yani "Rus Ruleti" oynayan Mümtaz'er...19. sayfaya şu cümleyi yazmışım:Böyle bir kökenden dolayı olsa gerek,"Türklüğün Sembolü Bozkurt"a, "Kangal Köpeği" demişti?!!
5)"1968 yılında 12 yaşındaydım....Lüleburgaz Lisesi'nin orta kısmında okuyordum...Benim gibi o şehre yabancı iki arkadaşımla bir çete kurmuştuk. Çetenin adı "anarşist" kelimesinin tersten okunuşu olan "tsişrana" idi. Bu ismi seçmemizin sebebi gazete manşetlerinden hiç inmeyen ve o gün eylem hâlinde olan gençlerdi. Boykot yapan, banka soyan, adam kaçıran gençlere büyük hayranlık duyuyorduk. Onlar anarşist olduğuna göre anarşizm mutlaka iyi bir şey olmalıyıdı. O yıllarda vizyona giren Dr. Jivako filminin romantik müziğini, çetemizin parolası olarak kullanıyorduk."(s.24)
Yani, 12 yaşlarında, özendiği gençlere bak!!!Kurduğu çeteye bak!!!"Yılmaz Güney'in cool tavırlarla bir düzine adamı dövdüğü kabadayı filmlerini davranış dersi olarak izlerdik."(s.24)
Buyurun, "burdan yak!" 12 yaşında hangi "sinemacılara" özeniyor?!
6) "Ve Lise'nin tam karşısındaki bir büfe"den; "Molotof Kokteyi Nasıl Yapılır?"ı , ayrıntılı olarak "Hürriyet Gazetesi"nden "yutar gibi okuyarak "öğrenmesi...
Ve "ertesi gün, çete elemanları ile birlikte küçük bir ilaç şisesi ile deneme yaptığımız ve başarılı olduğumuzu hatırlıyorum."(s.24)
Ve "Bu satırları yazarken, Hürriyet Gazetesi'nin o nüshasını koleksiyonlarda buldum...29.Ocak.1971 tarihli...."(s.24)
Yani çete kuran, Yılmaz GÜNEY filmlerine ile "davranış "geliştiren, molotof koktey yapan bir Mümtaz'er çocukluğu...
Ve "milliyetçi olarak da 'anarşit' olmak mümkündür"(s.26) 'saçmalıkları....'
7)"Fakülte'ye(Mülkiyeye) ilk adım attığımda(yani yukarıda, kendi cümleleri ile öyle bir 'çocukluk hayatı' sonrası), 17 yaşındaydım..." Ve "74 affı ile 68'lilerin Mülkiye'ye yeniden dönmeleri..."
"Benden asgarî beş yaş büyük 68'lileri o vesile ile yakından tanıdım."(s.28)"...Saygı....Takdir....Ve yaşanılan hayal kırıklıkları..."(s.28)
"Ben 1968'in ikinci evresinin başında(1974-1980), gözlerimi ideolojiler ve örgütler dünyasında açtım."(s.28)
Yani kendinden beş yaş büyük "68'lilere, saygı, takdir" duymak ve "yaşadığım hayal kırıklığını tarif edemem"(s.28) demek?!
Sizce nasıl bir "köken"i, "maziyi", "geçmişi" çağrıştırır ki?!
8)"Talebelik yıllarımda, nezarethane gibi istisnai durumlarda Che hayranı devrimcilerle muhabbet fırsatı bulmuşluğum oldu. Huşu içinde anlattıkları Che'yi, Gazavât kitaplarındaki kahramanlarla karıştırdıklarını düşünürdüm....Hacettepe'li bir Kurtuluşçu'nun"biliyor musun astım hastalığını iradesiyle yenmiştir" diye heyecanla anlatırken, olağanüstü kişiliğine ve devrimci fedakarlığına dair verdiği bir örnek hiç hoşuma gitmemişti."(s.40)
Yani Mümtaz'er TÜRKÖNE, bu eseri boyunca, hepimizin bildiği şekli ile "Milliyetçi-Ülkücü kökenden geldiğine dair" hiçbir açıklama yapmıyor, hiçbir detay da vermiyor.
Bu eserini okuduğunuzda ve bitirdiğinizde,TÜRKÖNE'nin "dünya görüşü, fikriyatı" olarak aklımızda hangi algılamalar kalır ki?!
9)Ve TÜRKÖNE'nin "Deniz Gezmiş" üzerinden "gerilla özentiliği..."Karizması olan gençlik lideri, gerillacı Deniz Gezmiş"e özenmeleri...."(s.48)
Yani "şehir gerillacısı, karizmatik gençlik lideri Deniz Geçmiş'e uzanan bir TÜRKÖNE hakkında neler düşünürsünüz ki?!
10) Ve TÜRKÖNE'nin kendi kaleminden "kitap hırsızlığı..." "Hele gençliğinde benim gibi kitap alacak parası olmayanlar için...Zafer Çarşısı'na gitmek, bizim için ayının inine girmek demekti. Bunun için 'deli' olmak gerekirdi. İki deli arkadaş düzenli olarak Zafer Çarşısı'na gider ve her seferinde parkalarımızın astarları arasına attığımız bir torba dolusu kitapla dönerdik. Kitaplar bir tür ganimetti. Yakalandığımızda "hırsızlık" hafif bir suç olarak kalacaktı. Belimizdeki soğuk nesnelerle(tabancalar demek istiyor İ.G.) daha fazlasına cüret edecek durumdaydık....Sosyalist literatürü, Zafer Çarşısı'ndan hayatımızı tehlikeye atarak edindiğimiz kitaplardan aşağı yukarı öğrenmiştim."(s.67, 68)
Yani "şehir gerillacılar"ına 'özentili' TÜRKÖNE, "torba dolusu kitaplar" aşırmış!!!
11)"Sağ'ın 68'i" kısmında ise daima kendini "Milliyetçi-Ülkücü Cenah"tan âdeta uzak gösterici ifadeleri, cümleleri...
Ötüken Neşriyat ile ismi özdeşleşmiş Erol KILINÇ'ın 40 yıl sonra "İhtilal, İhtiras ve İdeal 1968 Kuşağı Hakkında" isimli (İst.2008) eseri üzerinden, "Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'ni, 'gayr-i millî, "totaliter", "İtalyanvâri" gösterme hattâ "Benito Mussolini'nin eseri olan İtalyan Faşizmi'nin kırık-dökük, yalan-yanlış özentisinden başka bir şey yok bu ruhta. Fikir mi? Hak getire...."(s.74) dediği kısımlar...
"...TÜRKEŞ'in sözleri ile bu kitaptaki cümleler(Kara Kitap) arasındaki benzerliği kimse fark edemedi...Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesi, Hıristiyan teslis(trinity)inancına gönderme yapan tipik bir Duçe(yani Mussolini) saçmalığıdır. Lider(baba), teşkilat(oğul), doktrin de(Ruhu'l Kudüs'tür..."(s.74,75)
Yani daha geçenlerde, "Radikal" deki köşesinde, Namık Kemal ZEYBEK'in de yaptığı "düşünce tarzı" açıklamaları...(**) Yani Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'ni gayr-i millî, totaliter gösterme çabaları....
Hele de bu kısımdaki sayfalarda, "Gençliğimde bana 'faşist' denmesinden nefret ederdim.Bu sözü hakaret olarak anladım. Zaten kullananlar da bu amaçla kullanırdı...."(s.76) dediği satırlar..Ve yine eserinin 77. sayfasında "1969 yılı Milliyetçi-Ülkücü başlangıcının bütünüyle faşist bir terminolojiye dayandığını teslim etmek lazım"(s.77) dediği paragraf...
Yahu bu TÜRKÖNE, 1969'da, nasıl bir 'zihniyet dünyası'na sahipti ki?! Buraya kadar, kendi kaleminden belirttiği üzre, çetecilik, gerilla özentiliği ile mi dolu bir "zihniyet"e sahipti?!"Komando Kampları" başlıklı kısımlarda da, "bu kamplarda bulunanlarla konuştum"(s.78) da demekte...Ve "Komando Kampları"nı bir "Özel Harp(Gladio/Ergenekon )Projesi" olarak tanımlamakta...(s.79)
12)Mümtaz'er TÜRKÖNE, eserinin "12 Eylül" bölümünde ise "Milliyetçi-Ülkücü Gönüldaşları"nı hiç mi hiç zikretmeden; "Mamak'taki Günleri"nden dem vurmakta ve âdeta "12 Eylül Zindanlarındaki Atatürkçülük Dersleri"ne eklenecek "uygulamaları" anlatmakta...(s.141,142)
Ve eserinin 142. sayfasında, "bu satırların yazarı da bir asker çocuğu olmanın bütün zorluklarını yaşamıştır"(s.142,143) diyerek, "asker çocuğu" olduğunu vurgulamakta. Ancak bu eseri boyunca "Milliyetçi-Ülkücü Mazisi"nden hiç bahsetmeyerek, âdeta "saklamakta" veya "yaşanmış" kabul etmemekte!!!
13)Ve TÜRKÖNE'nin, Cemil MERİÇ'ten, Erol GÜNGÖR'den ve Şerif MARDİN'den etkilenmeleri...
Mazisinde "Marksizm" de olan rahmetli MERİÇ için; "Cemil MERİÇ, içinde nefes alıp verdiğimiz dünyayı yerle bir etti, derme çatma bir kulübe olduğunu göstere göstere...Onunla aydınlandık ve hepimiz onun üslubunu taklide giriştik..."(s.164)
"...Karşımda düşman bellediğim ve öldüresiye kavga ettiğim 'Komünistler' hakkında bütün kanaatlerim değişti. "Anlamaya çalışmak" gibi bir dert edindim."(s.168)
Bu satırları da okuyunca, "Allah(c.c.) Allah(c.c.)" diye şaşırıyorsunuz...Hele de "Meslek hayatına 'Erol GÜNGÖR'ün asistanı sıfatiyle başlamış, benim gibi biri için...."(s.172) cümleleri, TÜRKÖNE'nin "dünya görüşü, fikriyatı" veya "sahip olduğu ideolojisi" hakkında âdeta "gel-git"ler yaşatıyor...Ve ister istemez, yahu bu TÜRKÖNE, "68 Kuşağı'ndan mı yoksa Ülkücü Hareket'in bir mensubu mu?", dedirtiyor....Ve "Bizim 68'imiz aslında 12 Eylül'de resmen sona erdi, fiilen Soğuk Savaş'ın bitimine kadar devam etti..."(s.207)
Buraya kadar, TÜRKÖNE "Hangi Kuşak'tan?" suâline cevap ararken; bu eserini okurken yaşadığımız "sancı"ları ve "hafakanlar"ı dile getirdik...
İNTERNET ARAMA MOTORLARINA GÖRE MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE KİMDİR?
Günümüzde "Kürt Açılımı" ile ilgili olarak "görüş"lerini serdeterken; "APO'ya AF" isteyecek kerteye gelmiş olan TÜRKÖNE'nin "kim" olduğunu, "İnternet Arama Motorlarına sordum ve şu bilgilerle karşılaştım:
1)Ülkü Ocakları Derneği'nin 1978 yılında yapılan Kongresinden Mümtaz'er TÜRKÖNE ile Abdullah ÇATLI, aynı listeden seçime girmişler. Yani ÇATLI ile Mümtaz'er arkadaş...(Fikri AKYÜZ, Yeni ŞAFAK Gazetesi, 10.09.07)
"Akşam Gazetesi'ne verdiği röportajda(21.10.09), "Osmanlı,ÖCALAN'ı Paşa yapar(Başıbozuk Paşa), maaşa bağlardı" diyen TÜRKÖNE "Abdullah ÇATLI ile 12 Eylül 1980 öncesi, Ülkü Ocakları Genel Merkezi'nde çalıştık" diyor ve kendini akademik çalışmalara verdiğini yazıyor...
"Bebek kaatili Abdullah ÖCALAN'ı "Başıbozuk Paşa "tanımı ile "Bodrum'a gönderen "TÜRKÖNE, "senorya yazarlığı" da yapıyor..."Türklük ve Kürtlük" isimli eserinde "PKK'nın siyasallaşmasını desteklediğini 'kabul' ediyor TÜRKÖNE. Ancak böyle bir eserini, "68 Kuşağı" kitabındaki "Yayınlanmış Eserler" arasında zikretmiyor...
"Tansu ÇİLLER'in Danışmanlığı"nı yapmış; "ÇİLLER'in Danışmanı TÜRKÖNE olmasına rağmen; "Resmî danışmanı hiç olmadım" deyiveriyormuş...(Ahmet HAKAN, www.hurriyet.com.tr, 19.Ocak.2003)
Eşi hâlen AKP Milletvekili....
"Eski Ülkücü" demek yanlış olur.Kendisinin Ahmet ALTAN ve Cengiz ÇANDAR'dan farkı yok.'Savaş biterse, Kürt sorunu çözülürse MHP biter'diyen TÜRKÖNE..."(Neval KAVCAR, "MHP'ye Antitez Diyen Prototipler",29.Eylül.2009,www.turkfederasyon.com)
Sahiden de "Taraf'taki röportajında, "MHP politika yapıyor" diyen TÜRKÖNE, "AKP de politika yapıyor" diyemiyor....
Suâl: Mümtaz'er TÜRKÖN'e Ülkücü müdür?
Cevap: Evet, hem de 12 Eylül öncesi dönemin "'hızlı Ülkücüler'inden...
MHP-Ülkücü Kuruluşlar Davası İddianamesi ve Savcı'nın Esas Hakkındaki Mütalaasından TÜRKÖNE hakkında denilenler:
"Sanık ÜGD Yönetim Kurulu Üyeliği'ne seçildikten sonra illegal çalışma yaparak....Genç Arkadaş Dergisi'nin sorumlusu..."(gazeteport, zikreden www.haber7.com, 05.Eylül.2007
"Eski Ülkücü" diye pazarlananlar ne kadar "Ülkücü" ise Sibel de o kadar bakire...
TÜRKEŞ yaşasaydı, "Ulan, şerefsizlik yapmayın, Türk düşmanlarına destek olmak, ne zamandan beri Ülkücülük oldu?"(Eski Ülkücü=Pornocu Sibel, www.yildiraycicek.com, 21.10.09)
"Her devrin adamı...AKP'nin, bölücülerin, Kürtçülerin yeni gözdesi...Akademisyen-yazar...Eski Ülkücü-Milliyetçi bozması, yani Washington-Brüksel-Erbil papağanı...TÜRKÖNE'nin yeni ev ödevi;"Kürdistan kurulsun, Diyarbakır'a Amed densin, Öcalan affedilsin...Ülkücü şehid kardeşi...Eski MHP'li-Ülkücü..."(Yıldıray ÇİCEK, Mümtaz'er TÜRKÖNE Delirdi mi? , www.yildiraycicek.com, 21.10.09)
"Şimdilerde "AKP Politikalarının Mimarı", www.etikhaber.com, 21.10.09)
TÜRKİYE'DEKİ "68 KUŞAĞI..."
Yaşları kırkı aşmış nesillerin sıkca duyduğu ve okuduğu "68 Kuşağı Nedir*" "68 Kuşağı"nın Türkiye'deki "zihniyet dünyası" nasıl şekillenmiştir? Türkiye'deki "68 Kuşağı"nın 'mücadelesi'nde kimler "model" alınmış ve neler yapmışlardır? Türkiye'deki "68 Kuşağı"nın 'zihniyeti'nin başlangıcı, hangi "darbe"ye dayanmaktadır?
TÜRKÖNE'nin bahse konu bu eseri, "hülaseten/özetle", "mufassal" bir şekilde de olsa "Türkiye'deki 68 Kuşağı, Nasıl Bir Kuşaktı*" suâlini cevaplandırmakta olan bir eserdir.
1968'i 2 evre'ye ayıran TÜRKÖNE, "1.evrenin 1968'te başladığı ve 1974'de bittiği; ikinci evrenin ise 1974-1980 yılları arası olduğunu vurgulamakta.(s.18)
TÜRKÖNE, "siyasî tarihimize" 'Mustafa Kuseyri Olayı' diye geçen;'devrimcilerin kendi arkadaşlarını öldürüp, suçu Ülkücülere attıkları' bu olayı ise "1968'in özetidir'(s.19) şeklinde belirtmekte. Ve Hasan CEMAL'i zikrederek;"Kuseyri tabancayla 'Rus Ruleti' oynarken, yakın arkadaşı Nejat ARUN tarafından kaza kurşunu ile vurulmuştu.'(s.20) 'ayrıntısı'na da yer vermekte. Ve bu 'Mustafa Kuseyri Olayı'nı '1968'in özeti' olarak değerlendirmekte.TÜRKÖNE, "....bu trajik oyunu bir masal sahtekârlığına dönüştüren ve 68'e damgasını vuran şey, bu oyunda siyasî sonuçlar devşirmek...Lazım olan sadece kan: Kimin döktüğü ise sadece teferruat...68 oyun oynarken adam öldüren bir neslin dramı"(s.20) tanımlamasını da yapmakta.
TÜRKÖNE, "68'in Fikirleri" başlığı altında ise 'vuruşan gençleri konuşturan ve tartıştıran gazeteci Beyhan CENKCİ'nin "Bayram Gazetesi"nde de yer verilen "tartışmalar"a atıfta bulunmakta.Dev-Genç Genel Başkanı'nın;Ülkü Ocakları Birliği Genel Başkanının(ÜOB'mi idi, ÜO Derneği mi? İ.G.) ve Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu Başkanı arasındaki "tartışmayı" hatırlatırken; -ki bu tartışma TRT ekranlarına da taşınmıştır- Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu Başkanı'nın, ta o yıllarda, "Gladio'yu, Özel Harbi, Ergenekon'u" "tesbit" ettiğini de âdeta vurgulamak istemekte. "Onları sahaya sürenlerin aynı şekilde, bir gecede hepsini toplayacağını, tezgahın başka yerlerde planlandığını...."(s.32) ve "iki renkli dünyalı bakışları" ile "Nefs-i Müdafaa" vurgularını dillendirmekte...
"MODEL ŞAHSİYETLERİ"-"FİKRÎ TEMELLERİ..."
TÜRKÖNE, eserinin "68'in Pop Yıldızı:CHE" bölümünde ise Türkiye'deki '68 Kuşağı'nın 'örnek' aldığı, 'model şahsiyet' olarak gördükleri "'Che Guevera' ile '68'in bir tek insandaki hülasası/özeti' dediği 'İlhan Selçuk'u zikretmekte. "Deniz Gezmiş"i de hatırlatan TÜRKÖNE, "fikrî temelleri" olarak da, "Türk Baascılığı"nı göstermekte..Yine "uyduruk Bursa Nutku"nun aslında, nasılda "68 Kuşağı'nın referansı hâline geldiğine de vurgu yapmakta...
"Che GUEVERA'nın 'künhü/iç yüzü' diyebileceğimiz hususiyetlerini ise şöyle özetlemek mümkün:
1)"...Epeyce kan dökmüş profesyonel bir gerillacı, yani devrimci..."(s.39)
2)"Sanayi Bakanlığı" yapmaktan sıkılmış!
3)"...Devrimci Şiddet'in, devrimci terör'ün teorisyeni, somut bir modeli..."
4) "Sosyalist Devrim'in silahlı dar bir öncü grubun eylemleri ile başarılacağını savunur.(s.40)
5) "Fokocu" yani silahlı, küçük bir gerilla grubunun uyguladığı şiddetin/terörün öncülüğünde halk ayaklanması gerçekleştirilecek ve iktidar devrilecektir."(s.40, 41)
6) Türkiye'de 1960 sonları ve 1970'ler boyunca devam eden "siyasî şiddetin/siyasî terör"ün ilham kaynağı..."(s.41)
7) Acımasız, kaatil, 'bir cani' ve gerilla önderi...
8) "...Yaşlı sayılması gereken bir kuşağın gençliği..."(s.41)
Ve "Türkiye'deki 68 Kuşağı'nın 'başucu kitabı':Carlos Marighella'nın 'Şehir Gerillası...'
Yani "solcular"ın "fikrî beslenme kaynakları"; hep 'yabanî", hep "ecnebî", hep "anti-Türk", hep "anti-İslam" ve hep "anti-insanî" kaynaklar....
TÜRKÖNE, "Neden 68'e, kaşarlanmış darbecilerin hevesleri cürümlerini aşan gençleri tezgaha düşürmeleri olarak bakmıyoruz?"(s.50) demekte! Yani demek istiyor ki, "kartaloz cuntacılar, darbeciler, genç 68'lileri tezgaha düşürüp yok ettiler...
Ve TÜRKÖNE, 16 Şubat 1969'daki 'Kanlı Pazar' olayları ile ilgili olarak; "mermiden çıkan kurşun gibi", "seri atış yapan bir makineli tüfek gibi", Bugün Gazetesi'nde yazıları çıkan Mehmed Şevket EYGİ Hoca'nın, "Derin Devlet Operasyonu" diyerek, "Kanlı Pazar Olayları"nda, bir bakıma "kullanıldığı"nı anlatmak istediğini hatırlatmakta.(s.86)Kaldı ki, 16.Şubat.1969, "Gerçekten bir 'derin devlet provokasyonu"dur.(s.89)
VE TÜRKÖNE'ye göre, "ordu içindeki cuntalar", "darbe ortamı oluşturmalar", yazılan "senaryolar" ve "onaylayanlar" ve "acemi bir Kontrgerilla Operasyonu" dediği bölümler...(s.83-99)
Yine TÜRKÖNE, "U.S.A.Arşivleri'nin açılan 1969-1972 yıllarına ait 'gizli rapor'lardaki, 1969 Mayıs'ndaki, "darbe teşebbüsü değil, darbe tehdidi" dediği kısımlarda, "Darbeci Demirel Vakıası ve olgusu"nu hatırlatmakta, "Mayıs 1969 darbesini planlayan adam aslında Süleyman Demirel'den başkası değil..İNÖNÜ ile Demirel arasındaki politik savaşı, askerleri devreye sokan Demirel kazanıyor"(s.104) demekte. Ve "son sözü askerlerin söylemediği, son sözün askerlere söyletildiği"ni vurgulamaktadır.(s.106)
TÜRKÖNE, aslında Türkiye'deki "68'in başlangıcı olarak', "27 Mayıs 1960 Darbesi'ne" de, eserinde genişçe yer vermekte. (119-136 sayfalar arası)ve önemli tesbitler yapmakta.Şöyle ki;
1)27 Mayıs 1960 Darbesi, 38 Subay'dan meydana gelen 'gizli bir örgüt' tarafından yapılmıştır.
2) Ve bu "gizli örgüt", 'Hükûmet Darbesi' yapmıştır...
3)"Darbe" ile yani "Darb" ederek, zor ve şiddet kullanarak, "İktidar"ı değiştirmişlerdir...
4) Sonuçta, "Hükûmet devrildi, parlemento kapandı ve özel mahkemelerde, birçok kurmaca davadan yargılamalar yapıldı...
5) 27 Mayıs 1960 Darbesi, 1980'e kadar , "Hürriyet ve Anayasa Bayramı" olarak kutlandı..(s.119)
6)27 Mayıs 1960 Darbesi, TSK'nın "kurumsal bir darbesi" değil; 38 Subay'ın oluşturduğu 'gizli örgüt'ün, "üniformalı çeteciler'in yani 'cunta'nın darbesidir.(s.112) Bir "sapma örneği..."
7)Artık, TSK, "yurdu koruma görevi" yanında "cuntalara engel olma görevi"nide üstlenmiştir.(s.123)
8) Bilinenin aksine, "Darağacındaki Menderes Resimleri, sadece siyasetçileri değil, aslında topyekûn millete gözdağı mesajı"nı ihtiva etmektedir...(s.225)
"Cunta'yı "üniformalı çeteler" diye tanımlayan TÜRKÖNE;".....arkasında devasa bir demokrasi tecrübesi olmasına rağmen; 1946'larda istemeye istemeye, zoraki, gönülsüz bir şekilde , dış konjonktürün zorlamaları ve yapılan "mutabakat"larla da "demokrasi"ye yeniden geçişimizdir ki; daha DP, tek başına iktidar olarak çıktığı seçimler sonrası; "üniformalı çeteler, cuntalar" tarafından "alaşağı" edilmeye "karar" verilmiş, ancak dönemin devlet başkanı İNÖNÜ'nün engellemesi ile, "darbe" 10 yıl geçiktirilmiştir...TÜRKÖNE'ye göre de "27 Mayıs 1960 Darbesini yapanlar da birer çetecidir.Darbe başarılı olduğu için, biz onlara "Cunta" diyoruz...27 Mayıs'la hesaplaşmak, çetelerle hesaplaşmaktır..."(s.127)
Sahiden de"1946'larda, 'demokrasiye geçiş serüvenimiz'in 'künhü/içyüzü' daha da ayrıntılaştırılmalıdır.
Ve TÜRKÖNE, yine "Türkiye'deki askerî müdahalelerin tamamı, ordu içindeki çeteleşmeler, aslında silahın siyaset için seferber edilmesinden ibarettir."(s.128)
"Ulusalcılık adı verilen Mussolini Faşizmi ile 3. Dünya Solculuğunun bir sentezi olan marjinal fikrin, daha ziyade "üniforma sahipleri" tarafından savunulmasının da tesadüf değildir.", diyen TÜRKÖNE; "Türkiye'deki 'Askerî Vesayet'in ideolojisinin de, böyle bir "Ulusalcı Zihniyet" vardır demekte(s.130) ve eserinin ileriki sayfalarında "28 Şubat Süreci" hakkında iki önemli 'tesbit' yapmakta:
1) "28 Şubat Süreci"nin ideolojisi ise 'Neo-Ulusalcılık....' Atatürkçülüğün faşizm yorumları...Önce eylem, sonra düşünce diyen, "Marksist Sınıf Analizleri" ile "Faşizm"dir"(s.156,157) demekte. Ve "28 Şubat Süreci'nin iki delilinden birinin "gazete kupürleri", diğerinin ise Faik BULUT'un "Yeşil Sermaye Nereye Gidiyor?" isimli kitabı olduğunu vurguluyor.(s.157)
TÜRKÖNE, "tam bir Stalinist İstihbarat Devleti"ni andıran "Batı Çalışma Grubu"(BÇG) ile ilgili olarak ise dönemin İçişleri Bakanı Meral AKŞENER'in;"BÇG belgeleri açıklaması, illegalite vurgulamalarına rağmen; BÇG-Genelkurmay ilişkilerine , herhangi bir 'yazılı cevap' verilmediğini hatırlatmakta.(s.152)
Ve TÜRKÖNE, "28 Şubat Süreci'ndeki 'Bankacılık Krizi'ni ise "Türkiye'nin tarihi boyunca yaşadığı en büyük ekonomik kriz"olarak değerlendirmekte.(s.162)
TÜRKÖNE, eserinin son bölümlerinde, Cemil MERİÇ, Erol GÜNGÖR vec Şerif MARDİN hakkında yaptığı değerlendirmelerden sonra; "Bizim 68'imiz aslında 12 Eylül'de resmen sona erdi. Fiilen Soğuk Savaş'ın bitimine kadar devam etti."(s.207) demekte ve "68, Soğuk Savaş'ın gölgesinde yaşanan bir toplumsal trawma idi. Bugün bu trawmaya hâlâ ideoljik kılıflar uydurmaya çalışanlar, ya ahmak, ya da sahtekârdır"(s.207) demekte ve "Ergenekon Davası"na ise,"40 yıl geçikmiş bir dava" olarak değerlendirmekte...
NETİCE:
Günümüzde,2009'lar Türkiye'sinde, AKP'nin "Açılımlar"ı ile daha da "açılan" TÜRKÖNE'nin, "Bozukpaşa olarak APO'ya Af" ve "Bodrum'a sürülmesini
isteyen" kerteye uzanan "zihin dünyası" ise elbetteki "tartışılacak"tır. Nitekim "tartışılmakta"dır da!!!
Bu yazımızda da hatırlatmaya ve vurgulamaya çalıştığımız üzre,TÜRKÖNE, her Milliyetçi-Ülkücü"nün yaşadığı "çocukluk dönemleri"nden çok farklı "çocukluk hayatı" yaşamıştır. "Ülkü Ocağı Derneği Genel Merkezi"ne uzanan ve ÇATLI ile yakınlığa varan "süreç"i ile ilgili olarak, tarafımızca da fazla bir şey bilinmemektedir.
"Türklüğün Sembolü Bozkurt"umuza âdeta Sivas'ın "Kangal Köpeği" ile "özdeşleştirme" yapması, şahsen, benim de "mesafeli "olmamı gerektirmiş, hatta böyle bir "görüş"ü serdettikten sonra, BBP'nin Merhum Genel Başkanı'nın akabinde Zaman'da kendisi ile "röportaj" yapması, beni de "kızdırmıştı", diyebilirim...
Elbetteki, "Gülen Hareketi" mensuplarının da çokca vurguladığı bir prensib:"Herkesi olduğu gibi, bulunduğu konumda 'kabul' etmek", şahsen bizlerin de "prensibi"dir...
TÜRKÖNE de böyle biri işte!!!
Dip Notlar:
(*):Mümtaz'er TÜRKÖNE, "Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil:68 KUŞAĞI", Nesil Yayınları, 8.Baskı,Ocak 2009
(**): Namık Kemal ZEYBEK, "Milliyetçiliğe Bakışımız", Radikal Gazetesi, 10.10.09
22.10.09
İsmet GÜLTEKİN
ismet_gultekin@mynet.com veya metgultekin@hotmail.com